İnsandan Gayrı
Biz gençken kapitalizmin periyodik krizleri kalıbı pek yaygındı.
İşin teorisyenlerinin meseleyi nasıl gördüğünü bilmem, ama en azından benim her gün temas içinde olduğum akranlarımın bu kalıptan anladıkları şöyle bir şeydi: (a) Kapitalist diye —fena mı fena— bir özne var, (b) o özne gerçi neredeyse kadiri mutlak ama her nedense kriz çıkarmadan kazanmayı, kazanıp durmayı pek sevmiyor, işler bir süre yolunda giderse sıkılıyor ve kriz çıkarıyor.
Hâlâ öyle veya böyle cari olan bu anlayışın ardında, kriz denen hallerin kaçınılabilir olduğu varsayımı yatıyor. Krizler hiç olmayabilir, olup biten bütün şeyler krizler olmadan da gerçekleştirilebilir ama birilerinin krizden menfaati var ve onlar kriz çıkarıyor gibi…
Her kriz bir yığın menfaat üretiyor ve birileri de o menfaatleri üleşiyor, burada mutabıkız. Ama krizlerden menfaat temin edenler, genellikle, krizlere sebep olmuş filan değiller. Çünkü krizler birlerinin planlayıp sahneye koyduğu oyunlar değil. Kapitalizmin bir yığın kusuru var ama krizler kapitalizme has bir şey de değil. Krizler, tabiatın hayatta kalma stratejisinin temel bileşeni.
Kan, damarlarınız boyunca, öyle düzgün, her daim aynı hızla akıp dursa pek hoş olacakmış gibi görünüyor. Ama öyle olamıyor. Kalbinizde toplanıyor, ani bir hareketle pompalanıyor. Teknik olarak bakarsanız, her dakika vücudunuzda sayısız ve periyodik kriz meydana geliyor. Bir kıtlık halini, ani bir basınç izliyor ve sonra yine bir kıtlık hali… Filan.
Her doğum bir yığın sancıyla mümkün oluyor. Doğum sonrası hemen her şey altüst oluyor. Bebeğin büyümesi öyle düzgün bir akışla gerçekleşmiyor. Vücudun farklı unsurları farklı viteslerle büyüyor. Gerilimler oluşuyor, çözülüyor. Derken ergenlik geliyor. Yeterince süren her hayatta yaşanan derin bir kriz… Sonrası da şoklar ve krizler manzumesi…
Eh, kriz var, krizcik var —ben de farkındayım.
Ama dünyayı lineer diferansiyel denklemlerle modelliyoruz ve öyle modellemekle de bir yığın başarı kazanıyoruz diye, dünya lineer davranacak değil. Öncelikle mutabık kalmamız gereken husus, düz bir yolda her an sabit bir mesafe kat ederek yol alıyor olmadığımız. Bir tekerleğin düz bir yolda, her an sabit bir mesafe kat ederek ilerlemesi mümkün ama yürüyorsanız o bile mümkün değil. Adım atarken ileri attığınız ayağınız yere bastığında hızınız düşüyor, sonra yeniden artıyor, filan.
Bunların her biri krizcikler.
Bir de… Krizler var. Diyelim iletişim teknolojisi olarak günlük gazeteler geliştirilmiş. Daha önce mevcut olmayan bir yol açılmış. O yolda yürümeye başlamışız. İlerledikçe, yani daha çok gazete daha çok yere ve daha çok kişiye ulaştıkça… Bir mesele yok. Ama radyo sahneye çıktığında… İşte kriz. Çünkü (a) henüz gazetelerin alabileceği yol bitmiş değildi, her yere ve herkese gazete ulaştırabiliyor değildik ve her haberi haberleştirebiliyor değildik, (b) “gazeteleri iptal edelim, yavaşça ve pürüzsüzce bütün kaynakları radyolara aktaralım” diyemeyiz, çünkü biri diğerinin ikamesi değil. Uzaktan bakınca —veya iletişim fakültelerinde iletişim teknolojilerinin tarihini anlatırken— sanki birbirine eklemlenen, biri diğerinin ucuna eklenen şeylermiş gibi görünüyor olabilir ama aslında bir çatallanma söz konusu. Bir yanda evet, radyo gazetelerin yapageldikleri işi, haber verme işini, gazetelerin yapamayacağı bir standartta yapıyor ama öte yandan gazetelerin yapabileceği hâlâ başka şeyler var. Radyonun sahneye girişiyle, gazeteler de değişiyor. Değişmek zorunda kalıyor.
Kimsenin hainliğinden filan kaynaklanmıyor gazete sahiplerinin ve gazetecilerin maruz kaldığı hal.
Basitleştirmelerimi mazur görün. Dünyanın öyle hiç sarsıntısız, pürüzsüz bir yolda mesafe kat eder gibi yol alabileceği varsayımı o kadar derinlere yerleşmiş ki, herkes onu o kadar hevesle satın almış ki, yüz yüze konuşurken bile derdimi ifade edemiyorum. Kimseyi sahip olduğu ve sahip olduğunun bile farkında olmadığı bu varsayımla yüzleştirmeyi beceremiyorum.
Mephistopheles Faust’a “uçmayı istiyorsun ama yüksekten de korkuyorsun” mealinde sitem eder. Hem yol almak isteniyor ve hem de adım atmamak. Öyle, yuvarlanıp giden bir çember gibi yol almak isteniyor. Âlem öyle işlemiyor.
***
Krizcik var, kriz var. Bir de devasa krizler var.
Daha önce defalarca söyledim, insanlık tarihinde pek az benzeri görülmüş devasa bir kriz döneminde yaşıyoruz. Lucaks mesela, sanayi devrimine eşdeğer bir şeyler yaşıyor olduğumuzu söylüyor. Hobsbawm daha da ileri giderek, tarım devrimiyle başlayan bir parantezin kapandığını öne sürmüştü. Ona göre sanayi devrimi, tarım devriminden bu yana süren düzenin bir düzeltmesinden ibaret bir krizdi.
Devasa bir kriz döneminde yaşıyoruz. İktisadi, sosyolojik, teknolojik, siyasi, dini bütün yapılarımız çatırdıyor. İçinde yaşadığımız kriz yeni bir şey, yeni başlamış bir şey de değil. Kabaca yüz yıl kadar önce, büyük heveslerle kotarılan Cihan Harbinin akla gelmeyecek tahribata yol açtığı idrak edilmeye başladığında başlayan bir krizden söz ediyorum. Artık bir hayli olgunlaşmış, sonuna bir hayli yaklaştığımız bir krizden…
Marks da benzer bir krizin olgunlaştığı dönemde biçimlenmiş bir adamdı. Krizin semptomlarına son derece hassas olduğu, onları şairane bir biçimde tasvir edebildiği görülüyor. Ama krizin derinlerinde yatan kavramsal kodu teşhis etmekte pek de o kadar başarılı değilmiş. O kodun en tayin edici unsurlarından biri, merkezi bir kontrol vasıtasıyla krizlerin zuhur etme ihtimalinin bertaraf edilebileceği varsayımıydı. Merkezileşme, standartlaşma, senkronizasyon gibi unsurlar, Marks’ın şikâyetçi olduğu şartlara yol açan kavram haritasının temel bileşenleri arasındaydı (Toffler’ın ikinci dalganın saklı kodu dediği altı unsurun üçü). Marks şikâyet ettiği şartlara, onlara sebep olan bu koda yaslanarak cevap vermeye çalışmıştı.
Geçenlerde, uzun bir aradan sonra sinemaya gidip, Genç Karl Marks’ı seyrettim. Prodüksiyon olarak etkileyici, seyretmesi keyifli bir gösteriydi. Ama bence sinema olarak eksikti, kusurluydu. Olur a.
Sonra film hakkında dünyada ve Türkiye’de yapılan tartışmaların bazılarına denk geldim. Ne diyeyim?
Mesela odatv’de Sadık Usta şöyle demiş (http://odatv.com/genc-karl-marx-filminin-genc-kusaklara-onemli-bir-mesaji-var-1806171200.html):
“Eleştiri ve değerlendirmelere bakılırsa, ‘Genç Karl Marx’ filmine yanlış yerden yaklaşılıyor. Herkes filmde, Marx’ın hayatına sadık kalınıp kalınmadığını, tahrifatın olup olmadığını tartışıyor fakat bunlar önemsiz sorulardır.
“Esas soru şudur: Bu film neyi anlatıyor, ya da bu filmin mesajı nedir?
“Kanımızca bu filmin mesajı, henüz 30’lu yaşlarının başında, çiçeği burnunda iki gencin (Jenny’i de eklersek üç) insanlık tarihini hangi enerji, disiplin, azimle ve nasıl bir planlamayla değiştirdiklerini anlatmasıdır.”
Azim tamam. Hadi enerji de tamam diyelim. Disiplin nerede? Hele ki planlama?
Ne diyeyim?
***
Bence filmi seyredin.
Eğer tarih bilmiyorsanız, krizler tarihini bilmiyorsanız, filme mevzu olan dönemin insanlık tarihinde nasıl bir kriz dönemi olduğunu bilmiyorsanız, bana öyle geliyor ki film size bilmediklerinizi hissettiremeyecek. Ama onları zaten biliyorsanız, bugün nasıl bir dönemde yaşıyor olduğumuzu kavramak konusunda film herkese çok yardımcı olabilir.
Âlemin dokusu icabı, bütün strüktürler birbirine yaslanır. Birindeki bir gerilim, mutlaka diğerlerine de sirayet eder. Birindeki değişim, diğerlerini de müteessir eder. Ama ne de olsa iktisat, sosyoloji, teknoloji, siyaset, din, cinsellik ve sair strüktürlerin her birinin kendiliği, kendi mevcudiyetleri, barikatları var. Hepsinin birden bu derece yoğun bir gerilime maruz kaldığı, hepsinin birden çözüldüğü dönemler pek az.
Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz.
Suriye’de olup bitenler ile ABD’de Trump’ın temsil ettiği ne varsa hepsinin akıbeti, hatta ABD’nin akıbeti arasında karşılıklı bir bağımlılık var. Onlar ile doların statüsü arasında… Onların hepsi savaş teknolojisine, o teknolojinin tekellerinin kırılmış olmasına ve hepsi de din denen şeyin geniş yığınlar için anlamının nasıl değişiyor olduğuna kadar bir yığın faktöre raptedilmiş durumda.
İnsandan gayrı güvenebileceğimiz hiçbir şey yok. Ve bana kalırsa, bu benzersiz hercümerç içindeki tutumuyla insan, güvenilmeyi sonuna kadar hak ediyor.