İnsanlar ve Sırtlanlar
Türkiye’nin ahalisinin —Kürt olmayanları kastettiğim herhalde aşikâr— fena halde saygıya muhtaç olduğunu düşündüğümü söyledim. Kendileri adına değil, Türkiye adına saygıya muhtaçlar. Türkiye’nin saygıdeğer olmasına… 2011 yılına kadar da, o ihtiyaç duyulan saygının şöyle veya böyle elde edilebileceğine dair inanç kırıntıları yaşıyordu. Derme çatma da olsa —zaten öyle olmalı— programları vardı tarafların. 2011’den bu yana, Erdoğan’ın “boş verin saygı görmek için çabalamayı, olacağı yok, iyisi mi biz kendi ligimize dönelim” diyerek atölyenin kapısına kilit vurduğundan beri, ortada herhangi bir program, hatta herhangi bir ümit kalmadı. Kör dövüşü…
Kürtlerin sahnedeki varlık sebebi başka. Onlar kum torbası olmak üzere oraya monte edilmişlerdi. Türkiye’nin Kürt olmayan ahalisinin herhangi bir kesiminin canını sıkacak herhangi bir gelişme vuku bulduğunda, “gelin biraz Kürt dövelim” molası veriliyor, sınıfta öğretmenin ve arkadaşlarımızın bize reva gördüğü muamelenin yol açtığı depresif halden bu sayede —bir süreliğine de olsa— çıkılabiliyordu.
Bu manasız tiyatro, eğer Erdoğan’ın koltuğunu koruması —kendisi açısından— hayati bir mesele halini almamış olsaydı, görünüşe göre böyle sürüp gidecekti. Ama verilemeyecek hesaplar birikti, Erdoğan deliği yamamak için başka yerde daha büyük delikler açmak zorunda kaldı. Sonra onu yamamak için daha büyük delikler… Derken, suçlar çoğaldı, suç ortakları çoğaldı.
Buradan sonra neler olur, Kürt öldürme molası sona erdiğinde hikâye nasıl gelişir, kestirmek müşkül. Bu Kürt öldürme molası uzar da Kürtler sahneyi basarsa? Kürtler sahneyi basmaya kalkmadan uluslararası polis olaya müdahil olur oyunu durdurursa? Kürt öldürme molası biter de taraflar sahnede yalnız kalır, birbirlerine bir şeyler demeleri gerekirse? Her halükarda değişik bir şeyler olacak gibi görünüyor.
Ama meselenin bir de bambaşka bir aktörü var. Aktör demeyelim, figüran diyelim. Sahnede öyle, bir kenarda, sıranın kendisine gelmesi için hiç hevesli görünmeden oturan, salondaki koltuklarda oturanlara da, sahnede olup bitenlere de bütünüyle kayıtsız görünen, elindeki akıllı telefonla bir şeyler yapıp duran, kendi kendine gülümseyip kendi kendine somurtan biri… Yani 35 yaş altı gençler… Bambaşka bir âlemdeler.
Kürtler gibi değiller ama bir bakıma Kürtlerin kaderini paylaşıyorlar. Onların da kendilerini sahnedeki tarafların herhangi birine beğendirme şansları yok. Sahnedeki iki ahmağın her biri, yeri geldiğinde, o 35 yaş altı gençlere saydırıp duruyor. Kâh politikayla yeterince ilgilenmedikleri için, kâh yeterince ahlaklı olmadıklarından, kâh tembel ve sorumsuz olduklarından dem vuruluyor. Kimse beğenmiyor onları.
Hatta Ümit Kıvanç bile…
Ahaliye karne dağıtma seansı başladığında Kıvanç’ın özel olarak şunlara veya bunlara “olmamış” dediği de yok. O insan denen kategorinin “tamamının” söz dinlemezliğinden müşteki. Artık ödevlerin altına, “bir de şöyle deneyin” notları filan bile düşmüyor. Olmuyor işte, öğrenemiyorlar. Öğrenemeyecekler. Sırtlanlar kadar olabilseydiler hiç değilse (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/02/15/sirtlanlar-hakkinda-temel-bilgiler/). Ama olamıyorlar.
35 yaş altı nüfus, işte bu yüzden geçer not alamıyor Kıvanç’tan —insan olduğundan. Yine de “Ruhoburların hele bugünkü dünyasında tasarruf, tedbir, tevazu, nezaket şu bu, kötü özelliklerdir, istenmeyen kavramlar, istenmeyen durumlardır” gibi ifadelerden çıkarabiliriz ki, insan türünün özellikle de günümüz dünyasına uyum sağlamış olanları hakkında öğretmenimiz ekstra ümitsiz.
Haklı tabii…
Sırtlan dediğin milyon yıldır var. İnsan ise nereden baksan iki yüz bin yıllık bir mahlûk. Eğitip adam etmek için uğraşsan, yüz yıl yaşasan ve yüz yıl uğraşsan… Sırtlanlarla aradaki farkı kapatmak hususunda yol almak imkân dışı. Milyon yılda yüz yıl ne ki! Adamın tecrübeleri de bu teorik perspektifi doğruluyor. Kaç yıldır bizi adam etmek için ne kadar uğraştı, olmadı. Sırtlanların çıkardığı sesi insanın gülme sesine benzetiyor hâlâ aramızdan birileri. Ne utanmazlık! Ne arsızlık!
Sırtlanlar kadar olabilsek mesela, ezilen, yoksul sınıfın daha çok sesi çıkacak. Hani “ezilenler, yoksullar olmasın” filan gibi talepleri bile kalmadı Kıvanç’ın. Birileri hayattan daha çok keyif alırken diğerleri ses çıkarırsa… Eh, oncacık şeye bile fit. Ama dedim ya, o hale gelmek için milyonlarca yıl lazım. Lazım ki bu yaş farkını gözümüze sokuyor Kıvanç.
Daha önce birkaç defa işaret ettim, mesela üç yüzyıl önce muktedirler çarklarına çomak sokanı, mesela kazığa oturtuyor veya çarmıha geriyordu. Bu cezalar, özellikle de ahalinin görebileceği biçimde infaz ediliyordu ki, başkaları da benzer işlere tevessül etmesinler. O cezaları kalabalıklar, şehvetle seyrediyordu. Bugün tasavvur etmek bile müşkül. Bunlara —ve sayısız başka şeye— bakıp, ben iyi yolda olduğumuzu düşünüyordum. Belki öğretmenimiz Kıvanç da iyi istikamette bir yol alındığını kabul edebilir, bilemem. Ama kâfi değil. Bu hızla olmaz. Neden olmaz? Herhalde bu hızla biz, milyon yılda sırtlanların geldiği seviyeye gelemeyeceğiz de ondan.
Sırtlanlar mesela, benim çeteleşmek dediğim ve hiç de makbul bulmadığım bir örgütlenme anlayışına sahipler. Çeteleştiler mi, aslanlara kafa tutabiliyorlar ya, meğer bu sebeple çeteleşmek çok mühim ve özenilecek bir vasıfmış —bir tür kooperatif olarak görüyor Kıvanç meseleyi herhalde. Ama o da tam oturmuyor, çünkü biz üç-dört gruba ayrılıp birbirimizle dövüşünce de hoşuna gitmiyor öğretmenimizin. Bir insan olarak neden makbul bir şey olamayacağım, bir türlü Kıvanç öğretmenimden bir aferin koparamayacağım da buradan belli işte. Ben böyle üç-dört çeteye ayrılmanın hiç de hayırhah bir şey olmadığını düşünürken, bunu sırtlanlığa benzetiyordum. Ama arada bir fark varmış. Neymiş? Eh, ben anlamazmışım herhalde…
Hayır, zaten bırakın bir geçer notu, bir aferin almayı nasıl hayal edebiliyoruz, anlamıyorum.
“İnsan gününün ne kadarını sahiden düşünerek geçirmektedir ve yaptığı ettiği kaç şeye düşünmesi yön vermektedir? Davranışlarına düşüncesi mi yön veriyor yoksa önyargıları, niye sahiplendiğini bile bilmediği, fikir kırpıntılarından meydana gelen çöp yığınları, kinleri, hırsları, aşağılık duyguları mı? Düşüncesi hayra mı yarıyor yoksa ille de başkalarının hayatını daha da kötü ederek, birilerinin üzerine basarak kendini muhteşem hissetmeye mi?”
Söyleyin bakalım —utancınızdan yüzünüz kızarmadıysa, söyleyebiliyorsanız, söyleyin.
Ben yine de, eğer dersimize gelmeyi kendisine yedirebilseydi, Ümit Kıvanç öğretmenime, bütün cesaretimi toplayıp parmağımı kaldırarak sormak isterdim, günümüzün ne kadarını düşünerek geçirirsek öğretmenimizin yüzünde ufak bir yumuşamayı hak etmiş sayılabiliriz.
***
Uzatmayacağım. Mevzu buraya 35 yaş altı kesim yüzünden geldi. Çünkü… Bilenler biliyor, onların dünyasının başka türlü bir şey olacağını düşünüyorum. Onlar adına ümitliyim. Ama onların kendileri adına, insanlık adına çok da ümitli olmadıklarını gözlüyorum. Çoğunun diyelim… Bizim nesilde yoktu, sonradan çıktı “bu dünyaya çocuk getirilir mi” muhabbeti. Sonrakiler iyice çığırından çıktılar, kendilerinin çocuk yapmaması da kesmemeye başladı onları. İmkân bulsalar yeryüzünden insan türünü —kendileri de dâhil— kazıyacak, tabiata ne biçim hizmet etmiş olacaklar. Sanırsın insan türü tabiat dışı bir şey.
Ümit Kıvanç hakkında bugüne kadar olumsuz bir laf etmemeye çaba harcadım. O benim lafımı kazara okur da önemser diye düşündüğümden değil. Ben kendim —bunca densiz varken Kıvanç’a sarmayı— kendime yediremediğimden. Yine dilimi ısırmaya çalışacağım. Zaten ona değil de gençlere demek istiyorum ki, “bakmayın siz Ümit Kıvanç’a, insan iyidir.”
Düşünüp düşünüp, anlaşıldığı kadarıyla çok düşünüp, sonra da “daha eski olan daha kıymetlidir” filan gibi manasız önyargılarla —en azından o tür önyargıları besleyecek tarzda— orta yere bir laf edip, sonra da insan denen şeyin önyargıları olmasını filan suçlayarak… Ne diyeyim?
Dünyanın dört bir yanında yüz milyonlarca insan, başka insanların derdine derman olabilme hayaliyle çırpınıyor. Kesmiyor Kıvanç’ı ve insan türünü bir türlü beğenmeyenleri. Eh, ne yapalım, niye sahiplendiğimizi bile bilmediğimiz, fikir kırpıntılarından meydana gelen çöplerden gayrı bir şeyimiz yok bizim. Zamanında mesela, güneşin dünyanın etrafında döndüğünü bile zannediyorduk. Öyle görünüyordu, öyle zannediyorduk. Cahilmişiz. Bir şeyler öğrendik. Ama yine de orada bir yığın çöp. Ne olsa herkes Ümit Kıvanç gibi olamıyor. Sırtlanlara bakıp, filan…
On tam puan alamayacak herkese sıfır veren Kıvanç’a kendimizi beğendiremeyeceğimiz aşikâr —on tam puanı kendisine bile vermeyeceği de… Hani “güneş dünyanın etrafında dönüyor gibi görünüyordu, öyle zannediyorduk” filan dedim ya, bizim nesiller boyu iğneyle kuyu kazarak edindiğimiz her şey, Kıvanç gibiler için manasız teferruat. “Nasıl böyle bir şey zannetmiş olabilirsiniz” filan diye gürlerse, verdiği sıfırı bile geri almaya kalkarsa… İnsanın ödü kopuyor. Sırtlan olabilsek, olup kurtulalım ama o da elden gelmiyor.
Ben yine de… Şöyle kuytuda söyleyeyim, “insan iyidir, her geçen gün daha da iyi oluyor, siz Kıvançgillere kulak asmayın, kendinizden ve insanlıktan ümidinizi kesmeyin”. Ha bu arada, niye sahiplendiğinizi hiç merak etmediğiniz şu kusursuzluk hayaliniz var ya, “bir şey ancak kusursuzsa var olmayı ve saygıyı hak ediyordur” filan gibi önyargılarınız… Onların hepsi zırva.