Irkçı Senin Babandır
Niko Kovi defalarca genç ve ümit milli takım formasını giydikten sonra, Beşiktaş kontenjanından beş defa da A milli oldu. Niko Rum’du, TC vatandaşı bir Rum. Kuytuda, köşede değil, Türkiye’nin en çok göz önünde olan kulüplerinden birinde tam beş sezon futbol oynadı. 140 civarında maç yaptı. Demek ki kabaca 70 deplasmana çıktı. Sonra Panathinaikos’a gitti, futbol hayatını Yunanistan’da tamamladı ve Yunanistan’a yerleşti.
Niko Beşiktaş’ta oynarken Türkiye Kıbrıs’ta Rumlarla alenen savaştı. O şartlarda bile Niko’nun Rumluğu tribünlerin gündeminde hiç yer almadı.
Milattan önceki tarihlerden söz etmiyorum. Bir nesil önce hal buydu. Bir nesil.
***
Bursa’da yaşanan nahoş şeylerden sonra ahalinin dininden, donundan, dilinden, her şeyinden müteessir olan birileri fırsatı kaçırmamış, ırkçı yanımızla yüzleşmemiz lazım geldiğini buyurmuşlar. Bir nesil önce Niko’yla sızıntısız yaşayan millet, demek ki, bir nesilde ırkçı oluvermiş.
New York’ta, Londra’da, Paris’te mukim bir takım kıt akıllılar, Türkiye’ye uzaktan bakarken gözlerine çarpan bazı şeylere isim bulmakta zorlanabilirler. Kendi tecrübelerinden süzülen kendi lügatlerinde bulabildikleri en uygun karşılık ırkçılık da olabilir. Birilerinin okuyup ettikleri de daha ziyade New York, Londra, Paris mahreçli olabilir. İyi de kardeşim, bir millete ırkçılık gibi bir yafta yapıştırmadan önce, hiç değilse üç dakika düşünmek gerekmez mi? Niko’nun hikâyesini bu ırkçılığın neresine yedireceğiz filan diye… Sonra oralarda, bildiğim kadarıyla, ırkçılık büyük günahtır tamam, ama ırkçılık ne yaman bir itham! Londralarda, Parislerde birilerine ırkçılık yaftası yapıştırmanın da ciddi müeyyideleri var. Onlar neden ithal edilmiyor?
***
Öyle “yabancı komşu ister misiniz” filan sorularıyla anket yaparak olmaz. Kaldırırsın bir zahmet poponu, memleketteki yabancılarla konuşursun, komşularının tavrı yüzünden ev değiştirmek zorunda kalan kaç kişi. Aynı araştırmayı Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de filan da yapar, mukayese edersin. Sorarsın mesela Bursa tribünlerinde “PKK dışarı” diye sloganlar atanların Kürt komşularına, Diyarbakırspor’a gösterilen muamele kendilerine de reva görülüyor mu. Irkçı adam, gidip Ukraynalı, Rus, Ermeni, Rum ile evlenir mi? (Kürt’ü saymıyorum, o zaten biziz çünkü.) Bakarsın uluslar arası evlenme istatistiklerine, mukayese edersin. Tabii istatistik, mukayese filan ne demek, biliyorsan.
Zahmetli iş bunlar, nene lazım. Nasılsa köpeksiz köy burası, değneksiz dolaşabilirsin. Salla gitsin. Neyse… Babandan özür dilerim, onun suçu yok. Irkçı sensin, aynaya da sen bak.
Bir nesilde bir millet ırkçı olmaz. Ama otuz yıl boyunca yazarı, çizeri, profesörü, generali, politikacısı her zahmetten kaçınıp, sadece ahaliye sövme korosuna katılmakla yetinirse, bazı şeyler olur. Mesela Bursa tribünlerinde olanlar, ahalinin ırkçılığı yüzünden değil de bu yüzden olmuş olabilir mi, ne dersiniz?
Türkiye Sahiden Köprü Olsaydı
Ermenistan ligi 1992’de kuruldu. 21 yaşında ligin ilk gol kralı olan Vahe Yağmuryan 1993-94 sezonunun başında Altay’a transfer oldu. Zayıf bir ligde kendisini geliştirme imkânı bulamayan Vahe’nin sağlam bir kumaşı vardı. Genç yaşta geldiği iddialı bir ligde, doğru dürüst bir hocanın elinde kendisini geliştirdi. 1996-97 sezonunun başında transfer olduğu Fenerbahçe’yle Şampiyonlar Liginde boy gösteren ilk Ermeni futbolcu olunca Ermenistan’da halk kahramanları arasına girdi.
Vahe iki yıl sonra Fransa’nın Lens takımına gitti. Fransa’da periyodik olarak alevlenen Ermeni Soykırımı tartışmalarından birinde kameralar ve mikrofonlar Vahe’ye de uzatıldı. Başka vatandaşlarının da dünya piyasasına Türkiye köprüsü üzerinden açılabileceğinin farkında olan Vahe, son derece yatıştırıcı demeçler verdi. Vahe’nin sözleri Ermenistan Dışişleri Bakanının veya Paris’teki Ermenistan Büyükelçisinin verdiği demeçlerden daha çok yankı buldu, daha geniş kalabalıklara ulaştı. Bu da Bakanı ve Büyükelçiyi fena halde kızdırdı.
***
Yukarıdakiler doğru olabilirdi ama hepimiz biliyoruz ki değil. Eğer doğru olsaydı, eğer Ermeni gençleri bilseydi ki, Fransa’ya giden yol, İzmir’den, İstanbul’dan geçiyor, kulüplerimizde birçok Ermenistanlı, Azerbaycanlı, Suriyeli, Iraklı, Lübnanlı, Arnavut, Makedon sporcu yarışıyor olsaydı, tavernalarımızda bu ülkelerden birçok sanatçı şarkılarını söylüyor olsaydı… Sergi salonlarımızda bu ülkelerin İstanbul’da, İzmir’de yaşayan ressam ve heykeltıraşlarının eserleri sergileniyor olsaydı…
Vahe Yağmuryan’ın İzmir’e transferi akla bile gelmedi. Eğer gelseydi ve gerçekleşseydi, eğer bu tekil bir olay olarak kalmasaydı, Türkiye bugün bambaşka bir ülke olacaktı. Mesele sadece Fransız kamuoyu meselesi değil, muhtemelen Hrant Dink de katledilmeyecekti mesela. Bursa tribünlerindeki nahoş hadiseler de yaşanmayacaktı. Altay’ın, İzmir’in, İstanbul’un kazanacakları saymakla bitmez. Ermeniler, Azeriler, Suriyeliler Türkiye futbolunu takip edecekler, Türk takımlarından birini tutacaklar, Süperlig çok daha değerli bir marka olacaktı.
Belki de en mühimi, Ermeniler bugün istikbale daha güvenle bakan, daha az mazlum, daha mağrur bir millet olacaklardı. Tarihi mıncıklayıp durmak için daha az sebepleri olacaktı. Ve saire.
…Ve Altay ve Diyarbakırspor
Vahe’nin Türkiye’ye gelememesinin sebebi ahalinin ırkçılığı değil. Çok daha sonra Balili geldi ve can sıkıcı şeyler olmadı. Birçok Sırp geldi, bir şey olmadı. Vahe gelmedi, çünkü onu transfer etmenin neler kazandırabileceğini akıl edecek adamlar yönetmiyor kulüpleri. Adam mı yetişmiyor bu topraklarda? Yetişiyor.
Vahe’nin Fransa’ya giden yolunu kasten Altay’dan geçirdim. Altay’ın kuruluş yılı 1914. Cihan Harbinin eli kulağında. Öyle bir savaş ki, daha patlamadan savaşa son verecek savaş adıyla vaftiz edilmiş. Bütün dünya onu bekliyor. Türkiye için bir ölüm kalım savaşı. O şartlarda İttihat ve Terakki’yi İzmir’de örgütlemekle görevlendirilen Celal Bey, ilk işlerden biri olarak, cebinden para yardımı da yaparak Altay’ı kuruyor.
Yaa…
Bugün Ermenistan’ın en çok gelecek vaadeden futbolcularından biri olan ve tez zamanda daha iyi bir lige transfer olması gereken Henrikh Mkhitaryan’ın Türkiye’de bir takıma transferinin, istikbal için en sağlıklı yatırımlardan biri olduğunu öne sürebilecek olanlara ne gözle bakarsınız? Celal Bayar’ın, İzmir’e gider gitmez yaptığı, tam da böyle bir iş işte.
Türkiye’de Celal Bayar’lar çok. Mesele şu ki, kulüplerin başına, partilerin başına, gazetelerin başına, üniversite kürsülerine onlar gelemiyor. Bir şeyler aksıyor. Bu aksaklık sayesinde köşe kapmış, kürsü kapmış, koltuk kapmış olanların, aksayanın ne olduğunu bulmasını bekliyoruz. Onlar ise Bursa’da İsraillilere, Sırplara gıkı çıkmayan Bursalılar “PKK dışarı” diye bağırınca, “bu nasıl iştir, İsrailliler, Rumlar, Sırplar Bursa’da Kürtlerden daha mı çok müsamahaya mazhar” diye sorma ihtiyacı hissetmeden, ahaliye ırkçılık yaftasını yapıştırıveriyorlar. Asıl kendilerinin suçlu olduğu bir süre daha saklanabilir belki.
***
Ayrıca İsmail Küçükkaya’ya da itirazım var. Diyarbakırspor’un Süperlig’de oynamasını tezgâhlamak, bence Celal Bayarca, yani doğru bir iştir. Ama doğru iş yanlış yapılıyor. Bence bir işe yarayabilmesi için, mesela Barcelona İspanya’da Katalan kimliği için neyse, Diyarbakırspor’un da Türkiye’de Kürt kimliği için aynı şey olmasına çanak tutulmalıydı. Yani Diyarbakırspor’un hem ateşin yerini tutmasını isteyeceksiniz hem de soğuk olmasını. Bu olmaz. Tamam yani, yakmasın. Ama çıplak elle tutulamayacak kadar sıcak olmasını da göze almak lazımdı.
Ve iddia ediyorum, mesela formasındaki kırmızı ve yeşil çubukların arasında ince bir sarı çizgi de yer alsa, alenen Kürtlüğün temsilcisi olarak da algılansa, Diyarbakırspor Bursa’da gösterilen muameleye maruz kalmazdı. Bugün de kalmaz. Eğer birileri organize etmemiş olsaydı, Bursalılar, bunca kışkırtılmış bir Türkiye’de bile işi bu kadar ileri götürmezlerdi.
Tribünlere giren her türlü maddeden haberdar olan devletin o devasa pankartlardan bihaber olması imkânsız. Birileri bizimle oynuyor. Bizimle kimin, niçin oynadığını teşhir etmesi gereken medya, zahmete gelemediğinden, faturayı Bursalılara çıkarıp, kenara çekiliyor. Diyarbakırspor formasıyla gösterisini de yapıp, bir de üste çıkıyor.
Eh, hayatta her tercihin bir neticesi var. Bu tercihlerin da muhtelif neticeleri oluyor. O neticelerin hoş şeyler olmasını beklemek için bir sebep yok.
Cemalettin N. TAŞCI