İş Kıtlığı

Sekiz-on yıl kadar önce, bir taşra üniversitesinde birkaç akademisyenle sohbet ederken, mevzu işgücünün serbest dolaşımına geldi. Vasıfsız işgücünün serbest dolaşımının işin masum yanı olduğu, asıl tehdidin vasıflı insangücü dolaşımında olduğu öne sürüldü. Yeterince vasıflı insan yetiştiremediğimiz, yakında yurt dışında yetişmiş olan yabancıların Türkiye’deki prestijli (ve dolayısıyla yüksek ücretli) pozisyonları doldurmaya başlayacağı filan gibi kaygılar dile getirildi. Tam olarak hatırlamıyorum ama belki de THY yabancı pilot istihdam etmeye yeni başlamıştı veya eli kulağındaydı.

Tartışma uzun sürdü, gündüz başlamıştık, akşam yemeğinde devam etti. Konuşulan şeyleri özetlemek bile uzun sürer. Kendi pozisyonumu özetlemeye çalışayım:

Evet, en çok yirmi yıl içinde, vasıflı işgücü, bugün hayal bile edilemeyecek ölçüde serbestçe dolaşacak. Mesela Türkiye üniversitelerindeki akademik pozisyonlara Finlandiyalı bir profesörün müracaat etmesi sıradan bir vaka olacak. Veya torununuzun ilkokul öğretmeni bir Hırvat olacak.

Meselenin muhtelif boyutları var. Bir defa, mesela Boyner Holding yeniden yapılanmaya karar verdiğinde, uluslararası bir yönetim danışmanlık şirketiyle anlaşıyor. Bu anlaşma, fiilen, yabancı vasıflı işgücünün Türkiye’deki bir takım vasıflı, prestijli, yüksek ücretli işleri üstlenmesine, yani bu tür işlerin yurt dışına ihraç edilmesine yol açıyor. Perakende olarak, yani işlerin teker teker ihracı yerine daha toptancı bir yaklaşımla ihracı hali zaten uzun süredir vardı ve halen var. Yüksek Hızlı Tren inşaatlarından madenciliğe kadar bir yığın alanda, sayısız Çinli mühendis çalışıyor Türkiye’de. Kendi başlarına gelseler Türk mühendisleriyle rekabet edemeyebilecek olanlar, sermayenin ve teşebbüsün şemsiyesi altında bariyerleri aşabiliyorlar. Ama benzerini Türk inşaat şirketleri Rusya’da, Libya’da hatta dünyanın öbür ucunda Barbados’ta yaptılar, yapıyorlar.

Gorz, daha 1980’lerin başında, dönemin iktisadını karakterize eden temel meselenin işin kıtlığı olduğunu tespit etmişti. İş kıt ve giderek kıtlaşıyor. Dolayısıyla işin ihracı, zaten kıt olan bir kaynağın daha da azalması manasına geliyor. Bizim tartışmamızı hararetlendiren şey de, iş bulmanın giderek zorlaştığı bir dünyada, zor bulunan bir şeyin bir de üstelik ihraç ihtimalinin artıyor olması. Tahmin edebileceğiniz gibi, yorumlar gelip, mevcut eğilimlerin Türkiye’yi batırmaya niyetli bazı öznelerin komplosu olduğu noktasında kristalize oldu.

Bence öyle değil. Bir komplo filan yok. Mevcut eğilimler, binlerce yıldır kesintisiz bir biçimde devam eden evrensel bir eğilimin yeni bir fazından ibaret.

Özel sektörde perakende iş ihracına mani bir hal yok ama henüz yeterince sıradanlaşmadı birilerinin başka ülkelerde iş müracaatında bulunup işe yerleşmesi. Yine de, bundan yirmi yıl öncesine kıyasla, hem Türkiye’de çalışan yabancıların sayısında, hem de dışarıda çalışan vasıflı Türk sayısında olağanüstü bir artış var.

Mesele şu: Yeterince vasıflı olmadığı için işini bir Finlandiyalı’ya kaptıracağından korkan taşralı akademisyenler ne kadar komplo kokusu alırlarsa alsınlar, onların çocukları Finlandiya’daki bir üniversitede akademisyen olma ihtimalini fark edecekler. Türkiye’de bir Finlandiyalı profesörün çalışmasını mümkün kılan kapı açıldığında, Finlandiya’da bir Türk profesörün çalışması da imkân dâhiline girecek. İşini koruma duvarları altında muhafaza etmeye alışmış olan Türk profesörler için zor bir dönem başlayacak ama onların çocukları için yeni imkânlar doğacak. Çocuklar dünyaya anne veya babalarının gözlükleriyle bakmayacaklar. Zaten bakmıyorlar.

İyi ama…

Biz yeterince vasıflı insan yetiştiremiyoruz ki. Üniversitelerimiz berbat. Türkiye’de yetişen bir mühendisin, mesela Litvanya’da, Alman bir muadiliyle rekabet etmesi ne kadar mümkün?

Bence çok mümkün. Çünkü insanı okul yetiştirmez, toplum yetiştirir. Culture matters. Türkiye’nin kültürü de, uluslararası ferdi rekabet açısından hâlâ avantaj. Neden?

Daha önce sözünü etmiş olmalıyım, Voltarie’in Candide’i dünyanın neredeyse tamamını gezdikten sonra Osmanlı Türkiye’sinde soluklanır. Voltaire Türkiye’deki liyakat sistemini sadece Candide’de değil, başka bazı metinlerde de över. Osmanlı’nın —Bizans’tan miras alıp— bambaşka kaygılarla geliştirdiği, rafine ettiği devşirme sistemi, özünde, işin layık olan tarafından yapılmasına yol açar. Voltaire neden bu farkı önemseyip vurgular durur? Çünkü o dönemde Batı’da iş, kayırmacı bir mantıkla dağıtılmaktadır.

Batı, kayırmacılığı alt edip liyakati yerleştirmek için çok uzun süre çaba harcadı. Ancak —Almanya dışında— bu hususta kat edilen mesafe çok da abartılacak boyutlarda değil. Sosyal bilinçaltında hâlâ, işin politik ve/veya ailevi bağlantılarla paylaşımında bir tuhaflık görülmüyor. Buna mukabil biz, işin politik, ailevi veya hemşerilik gibi bağlantılarla paylaşımını tuhaf ve yakışıksız, bir tür ayıp olarak görüyoruz. Evet, yüz yıldır giderek artan bir oranda, işin paylaşımında liyakatin hissesi azalıyor. Giderek daha çok kişi sosyal ağdaki pozisyonu sayesinde bir işe yerleşiyor. Ama —dediğim gibi— işe böyle yerleşenler bile bunu yakışıksız buluyor.

Mühendislik bilgisi abartılacak bir bilgi değil, birkaç ayda edinilir. Ama kültürel kod çok ayırıcı bir şey. Onu birkaç ayda değiştirmek bir yana, bir ömürde değiştirmek bile mümkün olmayabilir. Çünkü nereye, hangi araçlarla, nasıl yazıldığını bilmiyoruz. Daha mühimi, zaten o kod da dâhil her şeyi o kodla okuyoruz. Bu yüzden onun mevcudiyetinin bile farkında değiliz.

***

Türkiye AKP iktidarı döneminde, daha önce benzerini görmediği ölçüde kayırmacılaştı. Olmayacak alanlarda, mesela medyada, sporda, sanatta pozisyonlar politik kaygılarla dağıtılıyor. Hemşericilik zaten önemli ölçüde yaygınlaşmıştı ama AKP döneminde o da akıl almayacak boyutlara ulaştı. Gerçi daha önce, mesela memleketin Emniyet Genel Müdürlüğü koltuğuna bir Elazığlı oturunca Elazığlı polislerin sayısında olağanüstü artış gibi durumlar yaşamıştık ama şimdi THY Yönetim Kurulu Başkanlığına bir Rizeli gelince, THY’nin neredeyse bütün kadrolarının Rizeli olması durumu ortaya çıktı.

Ama bunlar tali meseleler. Çünkü sözü edilen pozisyonlar vasıfsız pozisyonlar. Türkiye’nin vasıflı pozisyonları, AKP öncesinde, tamamen değilse de ciddi ölçüde kayırmacılığa kapalıydı. Evet, yeterince vasıflı insangücümüz yoktu çünkü vasıflı işler koruma duvarları ardında, uluslararası rekabetten korunuyordu. Ama vasıflı alanlarda kayırmacılık da yaygın değildi.

Önce cemaat bu işe el attı. Sonra diğer cemaatler ve nihayet AKP. AKP ile cemaat arasındaki savaşın “sizinkileri mi kayıracağız bizimkileri mi” geriliminden kaynaklandığını öne sürmek elbette abartı olur. Ama savaşın sükuna eremeyişinde, zannımca, bu gerilimin de hissesi var.

***

Bitirmeden bir daha hatırlatayım: Sınırların yırtıldığı bir dönemde, Türkiye’deki belirli pozisyonlar için verilen savaşın çok da manası yok. Bu nesil zaten uluslararası rekabete dayanabilecek bir nesil değildi. Ama onların çocukları dünyanın dört bir yanındaki prestijli pozisyonlar için Fransızlarla, İskoçlarla, Norveçlilerle rekabet ettiklerinde, kazanacaklar. Muhtemelen, işsiz güçsüz kalmış olan anne ve babalarına da bakacaklar.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin