İstanbul’dan Bildiriyorum

Sabah Esenboğa’dan uçağa bindim. Birkaç gün önce İnternet’ten kredi kartıyla biletimi almıştım. Esenboğa’da her şey yolunda gitti. Beni yönlendirdikleri kapıyı kolayca buldum. Uçağa sahiden de o kapıdan bindim. Bindiğim uçak sahiden de Sabiha Gökçen uçağıydı. Sahiden de belirtilen saatte kalktı. Sahiden de uçuyordu. Sahiden de Sabiha Gökçen’e indi. Ve saire…

Bütün bu olup bitenlerde bir tuhaflık görmüyorsunuz, biliyorum. Dahası, hepimize son derece normal görünen bunca şeyin ne kadar muazzam sistemlerin çalışmasını gerektirdiğini de biliyorsunuz. Birileri bir yerlerde sahiden uçan uçaklar yapıyorlar. Birileri başka yerlerde, o uçakların uçması için gereken yakıtı üretiyorlar. Başkaları, o uçakları uçuracak personeli eğitiyorlar. Havayolu işletmeleri uçaklar ediniyor, pilotlar ve kabin görevlileri istihdam ediyor ve uçakları uçuruyorlar. Havaalanı işletmesi, inen ve kalkan uçakları maharetle yönetiyor. Yer hizmetleri sistemleri, çoğunun farkında bile olmadığımız hizmetleri aksatmadan sunuyor. Ve saire…

Bütün bunlar, ofislerinde, dört bir yandan derledikleri verileri işleyen, bu süreçte kendi bilgi ve becerilerini maharetle kullanan insanlar sayesinde mümkün oluyor. Hemen hepsi, bir tür planlama faaliyetini yürütüyorlar. Bu faaliyetlerin hemen hepsi, daha faaliyete başlanmadan önce belirlenmiş hedeflere göre koordine edilmişler. E, ne de olsa, Montaigne’in dediği gibi, varacağı liman belli olmayana hiçbir rüzgâr yardım etmez.

Ama durun bir dakika… Sahiden de öyle mi?

Fotoğrafa biraz daha uzaktan bakalım. Yüz elli yıl önce uçurtmadan başka herhangi bir şey uçurabiliyor değildik. Kimse “yahu neden Ankara’dan İstanbul’a şöyle 45 dakikada filan gidemiyoruz” diye kendini kasmış, “tamam şimdi yapamıyoruz ama hiç değilse yüz elli yıl sonra CNT yapabilsin” diye bir hedef koymuş, sonra da bu hedefe ulaşmak için muhtelif aktörlere görevlerini dağıtmış filan değil.

Birileri uçmayı takıntı haline getirmişti. Önce bir kırk metre kadar filan uçtular. Müthiş tatmin olmuş olmalılar. Ama bir gün gelip de insanların vızır vızır uçaklar uçuracaklarını, saatte bilmem kaç yüz kilometre hızla, yüzlerce insanın bir tek uçakla seyahat edeceğini filan hayal ettiklerini düşünmek zırva olur.

Başkaları kredi kartı sistemlerini geliştirdi. “Bir gün gelecek İnternet diye bir şey gelişecek, işte o vakit bizim kartlarımızla uçak biletleri filan da alınabilecek” diye hayal etmiş olduklarını düşünmemiz için bir sebep yok. Zaten İnternet’in gelişme sürecinde de, “şurada havayolu işletmeleri var, burada da kredi kartı sistemleri, İnternet yokluğu yüzünden işleri uzuyor, İnternet’i geliştirelim de işler yoluna girsin” denmiş değil.

Demek ki neymiş?

Ortada bir yığın hedef varmış. Bir yığın plan varmış. Ama büyük fotoğraf hedefsiz ve plansız vuku bulmuş. İşaret etmek istediğim ve burada bulundukça başka örneklerle sık sık hatırlatacağım birinci husus bu: Düzen, ille de onu kast eden bir öznenin mevcudiyetini gerektirmez. Aksine, çok zaman, birbirinden tamamen habersiz çok sayıda öznenin, birbirlerinden tamamen habersiz ve hatta bir diğerine kayıtsız fiillerinin toplamından zuhur (emerge) eder.

Demokrasi, tam da bu yüzden benzersiz ve alternatifsizdir. Hiç kimsenin hayal etmediği, hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir düzenin zuhur etmesini sağlayabilecek potansiyel sadece demokraside olduğu için. Demokrasi, bireylerin ve onların örgütlülüklerinin hayal kurmasına mani değil. Ama herhangi bir öznenin hayal ettiği düzenle sınırlanan hiçbir sosyal yapı demokrasi değil. Ve bu “herhangi bir özne” sizi de işaret ediyor.

İşaret etmek istediğim ikinci husus şu: Herhangi bir havayolu işletmesi veya herhangi bir havaalanı işletmesi, akşam defteri kapatırken, bütün faaliyetlerinin optimize edilmiş olduğu kanaatinde olabilirler. İşlerin planlandığı gibi yürümesini sağlayabilmek için yorulmuşlardır. Eh, bunca yorgunluk boşuna olmamalı. İşler tam da olması gerektiği gibi olmuş olmalı.

Ama işler ilanihaye, bugünkü gibi gitmez. Çünkü, yine kimsenin planlamadığı bir şey girer devreye. Mesela biri körükleri akıl eder. Körükler uçağa biniş ve iniş süreçlerini iyileştirir. Ama havaalanı işletmelerine bir yığın, hiç hesapta olmayan masraf ve iş çıkarır. Sonra, bir vakit sonra, körükler edinilip kurulduktan sonra, yine her şey çok kararlı görünür. Ne zamana kadar? Allah bilir. Çünkü körük edinme ve kurma süreçlerini planlayabilirsiniz (ve planlamanız da gerekir zaten) ama büyük resmin, daha önce de dediğim gibi, planı yok.

Sait Faik, şimdi hatırlamadığım bir yerde, “zaman bizimle birlikte akan nehir, bir göle varıyordu, orada artık akmıyor, dalgalanıyorduk” gibi bir şey demişti. Nerede dediğini tam hatırlamadığım için, nasıl bir bağlamda söylediğini de hatırlamıyorum. Ama evet, bize hep bir göle varmışız gibi görünür. Lakin hep akıp duruyoruz. Şimdi de, yani bir göle vardığımızı zannettiğimiz şu anda da akıyoruz. Ve akıyor olmamızı, muhtemelen bir türlü içinize sindiremiyorsunuz. Şöyle bir dursak artık, akmasak da dalgalansak.

30 Mart’ta bir göle varmadık. Şimdi bize öyle görünüyor olabilir. Ama birkaç yıl, hatta birkaç ay sonra, nasıl hızla akıp geçmiş olduğumuzu fark etmemiz hiç sürpriz olmaz. Hava yolculuğu da, yüz elli yıla yakın bir süredir akıp duruyor. Şimdi de akıyor. Kırk yıl önce havayolu işletmecileri ve havaalanı işletmecileri bir göle vardıklarını düşünmüşlerdir muhtemelen. O günlerdeki hissiyatlarını hatırlasalar ne düşünürlerdi acaba?

Bir göle varmış olduğumuz, artık her şeyin aşina olduğu zannı, beynimizin sol yarısının işi. En azından, Goldberg’in dediklerinden benim anladığım bu. Beynimizin sağ yarısı ise, her gün karşılaştığımız en sıradan şeyi bile orijinal bir şey olarak ele alma telaşında. Bu yüzden mesela, henüz konuşmayı öğrenememiş bir bebeğin beyninin sol yarısına müdahale edildiğinde, ileri yaşlarda dil becerisinde hiçbir aksaklık olmaması çok muhtemel. Çünkü hep beynin sol yarısına atfettiğimiz dil becerisi, diğer her şey gibi, aslında beynin sağ yarısında kotarılıyor. İşlem tamamlanınca, rutine binince beynin sol yarısına aktarılıyor. Yetişkin birinin beyninin sağ yarısına müdahale edilince hayati bir kayıp ortaya çıkmıyorsa, edinilmiş şeylerle hayat sürdürülebildiğinden…

Teknik tabirle söyleyecek olursak, hayat kaosun sınırında (edge of chaos) yaşanıyor. Bize kaos gibi görünenin içinden, beynimizin sağ yarısının marifetiyle muntazam bir şeyler imal ediyoruz. Bir halta benzer bir şey olduğu kanaatine vardıysak, beynimizin sol yarısına transfer ediyoruz. Kaosu intizama dönüştüre dönüştüre bir yerlere doğru yol alıyoruz. Her rüzgâr da bize yardım etme potansiyeline sahip. Eğer “ille de şuraya gideceğim” diye tutturmazsanız.

Neyse… Bu hususlara, başka misallerle de döneceğim. Şimdilik bütün bu dilleri, şunu söylemek için döktüm: Erdoğan, kendisine en çok düşman olanların kafa yapısıyla, bir göle varmış olduğumuz varsayımıyla, varacağı liman belli olmayana rüzgârların yardım etmeyeceği zannıyla, fotoğrafın bileşenlerinde işe yarayan süreçlerin büyük fotoğraf için de tatbik edilmesi gerektiği inancıyla iş görüyor. Eh, onun Türkiye gemisini yanaştırmak istediği liman, ona düşman olanların hedeflediği limandan farklı. Ama bu fark, benim açımdan, sadece basit bir nüans. Çünkü bir limanı önceden gözünüze kestirmişseniz, o limanın neresi olduğundan bağımsız olarak, demokrasi imkân dışına çıkar.

Erdoğan’ın düşmanlarına bu kadar benzemesini dert etmeyebilirdim. Hatta hoşuma bile giderdi. Ama Erdoğan, bu toplumun pekâlâ demokrat olabilecek kesimlerini de kendisine benzetiyor. Eh, bir tanesine bile katlanılamayan Erdoğan’dan böyle milyonlarla klonlanınca…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin