İyi Günlerimiz
Halil Berktay beni öldürecek. Üstelik ölümümden mesul olduğunu bile bilmeyecek.
Mahçupyan’a yönelik tiksindirici Güneş taarruzundan dem vuran iki yazı yazmış (http://serbestiyet.com/yazarlar/halil-berktay/buharini-anlamak-754878 ve http://serbestiyet.com/yazarlar/halil-berktay/yeni-gergedanlar-756252). Çok uzun süredir, yazılarına denk geldiğimde, nasıl bir ruh haline sürüklendiğini anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum. Belirteyim de kimse başka yere çekmesin, onun ruh hali hakkında bir tespit değil bu dediğim, kendi kabiliyetimin sınırları hakkında bir tespit.
Kabiliyetimin sınırlarını hissediyor olsam da, AKP medyasında infazların miladı olarak Pelikan Dosyasını görmek nasıl bir hafızanın ürünü olabilir, merak etmeden duramıyorum.
Diyeceklerimde zerre kadar kinaye yok, bilesiniz. Öyle okuyasınız okuyacaksanız.
Mahçupyan, daha önce defalarca çeşitli yazıları vesilesiyle eleştirdiğim biri ve bence hemen her tespiti tartışmaya açık. Yani işte, benim gibi biri. Elindeki araçlarla dünyayı ve Türkiye’yi anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Davutoğlu üzerinden bir tür kudret devşirince, Selimiye’nin minarelerini doğrultabileceği intibaını edindi gibi. Herkes için öyle olur. Ben olsaydım, bana da öyle gelirdi herhalde. Filan… Yani görüşlerine katılmadığım biri ama görüşlerine katılmadığım bir yığın insandan biri. AKP ve Erdoğan her gün ısrarla kendisini tekzip ederken, “yok siz iddia ettiğiniz gibi değilsiniz, benim zannettiğim gibisiniz” kıvamında yazılar yazıp durmuş bir adam. O kadar. Düşman filan değil yani…
Zannettiği AKP nasıl bir şey? Periferiyi merkeze taşımış, periferinin hasret ve özlemlerini temsil eden, kurumsal bir şey.
Berktay, benim açımdan, Mahçupyan’dan biraz daha fazla biriydi. Mahçupyan’ın bildiğini düşündüğü sosyolojiyi onun bildiğinden daha iyi bildiğimi zannediyorum, buna mukabil Berktay’ın bildiği tarihi bilmiyorum, ondan olabilir. O Taraf’ta, ben Akşam’da yazarken, birkaç yazısından yola çıkarak itiraz ettiğimi hatırlıyorum. Herkese itiraz ederim ben, herkeste itiraz edecek bir şey bulurum. Kendimde de…
Bir vakit sonra, Berktay’ın bir biçimde her cümlesinin arkaplanında yer alan —pozitivist mi desem, modernist mi desem, Aydınlanmacı mı desem— varsayımlarının sarsılmazlığından sıkıldım, okumamaya başladım. Yine de, arada bir Serbestiyet’e —genellikle Alper Görmüş ne demiş diye— girdiğimde, Berktay’ın yazısına denk gelirsem okuyorum. Okuyor, istifade ediyorum. Bilmediğim malumatı öğreniyorum, yoksa çıkarımları beni genellikle dehşete düşürüyor.
Onun da bir AKP’si, bir Türkiye’si var.
Nasıl bir Türkiye? Galiba bu konuda kendisiyle anlaşıyoruz —yani bana öyle geliyor. Doğru bir işi, zamanında, pek de doğru yapamamış, sonra da o yanlışlıklardan beslenen bir zümre tarafından hatalarının giderilmesi hep engellenmiş bir Türkiye… Peki, nasıl bir AKP? Mahçupyan’ınki gibi, o kangren olan hataları düzeltme niyetiyle iş başına gelmiş, bu hususta iyi niyetle çaba harcamış, ama hatalardan beslenen zümre tarafından asimetrik bir taarruza uğramış, bu arada muhtelif hatalar da yapmış… Ama niyeti hâlâ iyi olan, temsil ettiği kitlelerin hassasiyetlerine namuslu bir bağlılık sergileyen, maruz kaldığı taarruzun orantısızlığı yüzünden hataları bağışlanmayı hak eden ve… Kurumsal bir AKP.
***
Beni bilen bilir, bugün AKP’nin peşinden sürüklenen kitlenin itibarını ve hissesini hayatım boyunca müdafaa ettim —etmem gereken ve gerekmeyen her yerde. Dünya tarihinin yırtıldığı bu dönemde iş başına onların gelmesinden, kendimce, Türkiye, bölge ve insanlık için bir bereket ihtimali olduğunu da varsaydım.
Ama AKP bahse konu olunca… Parti daha kurulmadan kendileriyle temasım vardı ve şahit olduğum aymazlık, derbederlik, dehşet vericiydi. Dolayısıyla AKP’ye destek veren kitleye bir şans vermekten yana olsam da, AKP’nin o kitleyi temsil kabiliyetinin sıfır olduğunu düşünüyordum ve partiye kuruluşundan itibaren hiç itibar etmedim.
Burada bir parantez açalım. Mahçupyan, Berktay veya benzerleri diyebilirler ki, “ne yani başkası vardı da onu değil bunu mu tercih ettik?” Yoktu. Ama bu da değil. Bunu, o olmayan diğerlerine tercih etmenin manasını ben hiç kavrayabilmiş değilim, galiba kavramadan da öleceğim.
Berktay filan benden haberdar olsalar bana “başkası vardı da bunu mu tercih ettik” sorusunu sorarlar mı, bilmem. Ama benzerleri sordular. Kasıtları aşikâr: Senin kadar müşkülpesent olsa herkes, hiçbir çark dönmez. Haklılar mı? Haklılar. Eh, ben de herkes benim kadar müşkülpesent olsun derdinde değilim. Ama ben müşkülpesentim ve AKP’ye başından itibaren hiç destek vermedim. Verenlerin vermesine de itiraz etmedim, mukabil olarak.
Ama…
AKP, daha 1 Mart teskeresinden başlayarak, temsil ettiği kitlenin tasavvuruna hassas bir organizasyon olmaktan çıkıp, onlara kendi tasavvurlarını enjekte eden bir organizasyon olmaya doğru hızla yol aldı. Daha mühimi, Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın değişen şartlarını gerçekçi sayılabilecek bir biçimde okuma kabiliyeti olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Ve çok geçmeden Erdoğan, parti içindeki hissedarları birer birer yemeye, partinin zaten derme çatma olan kurumsallığını imha etmeye başladı.
Bütün bu süreçler, daha 2007’ye gelmeden ikmal edildi. Hepsi de gözümüzün önünde oldu. Sizin, benim, Mahçupyan’ın, Berktay’ın gözleri önünde…
Şimdi tekrarlayayım: Bunlar yaşanmasaydı da, ben, AKP’ye mesafeli kalmayı sürdürecektim. AKP’ye oy verenlerin yanında ve AKP’nin karşısında olmayı… AKP, netice olarak, yanlış bir siyaset düzeninin çatlaklarından zuhur etmiş, o düzenin partiler ile toplum arasına yerleştirdiği tamponla toplumdan uzak olarak teşkil edilmiş bir şeydi. Kusurluydu ama kusur kendisinden kaynaklanmıyordu, siyaset düzeninin biçimsizliğinden kaynaklanıyordu. Filan.
Sonra?
Sonra AKP, memlekette siyaset üretmeyi imkânsızlaştıran ve fakat kendi mevcudiyetini borçlu olduğu siyaset düzenini değiştirmeye hiç tevessül etmeden, müesses nizamla dövüşmeye başladı. Dövüşmeye zorlandı, kabul ediyorum. Ama (a) böyle bir savaşa mecbur bırakılacaktı olduğunu bilmiyorduysa, zaten hesaba katmaya değmez, (b) biliyordu ise, savaşa zorlanmış olması mazeret yerine geçmez. Kaldı ki, müesses nizamın, Mahçupyan, Berktay ve benzerleri tarafından ısrarla söylendiği kadar orantısız bir gücü olduğunu düşünmüyorum. Daha önceden vardı ama cephanelerinin neredeyse tümünü 28 Şubat sürecinde tüketmişti.
Ve…
Eğer AKP siyaset düzenimizin partiler ile toplum arasına yerleştirdiği amortisörü ortadan kaldırmaya kalksaydı, bence, müesses nizama karşı çok daha donanımlı olacaktı. Bu benim kanaatim. Birileri yanıldığımı söylese, kendi kanaatimi ispat edemem. Ama teorik düzlemde, kimse aksine beni ikna edemez.
Geçelim.
Bu benim kanaatim olduğuna göre, kimseyi benim işaret ettiğim istikamette yürümediği için yargılama hakkım yok. Ama AKP’nin hızla düşmanlarına benzediğine, tam da 28 Şubatçıların metotlarıyla iş gördüğüne, hepimiz şahit olduk. Ben, kendi hesabıma, defalarca ve türlü şekillerde demeye çalıştım ki, toplumu bir organizma olarak görüyorum. 28 Şubatçılara karşıydım, çünkü toplumun bir kesimini imha etmeye teşebbüs etmişlerdi. Yanında olduğum, kendilerinden çok şey beklediğim kesimini. AKP de toplumun bir başka kesimini imha etmeye yeltendi. İçinde olduğum kesimini…
“Yok, aslında bizim öyle bir derdimiz yoktu ama şöyle taarruza maruz kalınca” filanların hiç manası yok. Tarih, Berktay benden iyi bilir ki, temennilerin, niyetlerin, çaresizliklerin çetelesini tutmaz. Tercihlerin çetelesini tutar. Öyle bir derdiniz yoktuysa, öyle yapmamayı becerecektiniz. Cama konan sineği öldürmek için cama taş atmak, mazur görülebilir bir şey değil ilaveten…
***
Uzatmayayım.
AKP daha baştan Mahçupyan’ın ve Berktay’ın hayal ettikleri işleri yapabilecek şekilde tasarlanmamış, sonra da o işi yapabilecek şekilde evrimleşmek yerine tam tersine doğru hızla değişen bir kurumdu. Tarihinin herhangi bir döneminde, kendisine oy veren mutedil milyonların talep ve beklentilerine cevap vermeyi iş edinmedi. Berktay’ın “nereden çıktı bunlar” diye şaşkınlıkla işaret ettiği müptezellerin, o mutedil milyonların bir biçimde katlandığı Kadir Mısıroğullarının ve adını burada zikretmekte fayda olmayan bir yığın biçimsiz insanın beklentilerine cevap vermeyi iş edindi.
Çünkü…
Erdoğan zaten, her nasılsa, mayasına nefret ve öfke dışında hiçbir malzeme katılmadan imal edilebilmiş nadir mahlûkattan biriydi. Tam da Berktay’ın anlattığı Stalin gibi, kendi nefret ve öfkesini dizginleyebilecek her türlü unsuru, kararlı bir biçimde tasfiye etti. Abdüllatif Şener, Abdullah Gül veya Bülent Arınç bence Erdoğan’dan daha makbul adamlar değillerdi. Hiç olmadılar. Herhangi biri ile Erdoğan arasında tercih yapmak zorunda kalsam, herhalde her defasında Erdoğan’ı seçerdim. Ama mesele bu değil. Mesele şu ki, öyle dört —veya daha iyisi on, daha da iyisi kırk— kişinin mevcudiyeti, içlerindeki en iyi bir kişiye kıyasla, her bakımdan tercihe şayandır. Diğerleri, Erdoğan’dan farklı olarak, diğer her birinin mevcudiyetine razıydı. Sadece Erdoğan değildi.
İşin psikolojik yanı bu.
Örgütsel yanına gelince… Erdoğan olduğu gibi olmasaydı da, mayasına nefret ve öfke dışında, mesela bir hayli sevgi, şefkat filan katılmış biri olsaydı… Mesela Erdoğan’ın sahip olduğu güce siz sahip olsaydınız… Erdoğan gibi olurdunuz. (a) Herkesi ileride size rakip olabilecek, sizin inşa ettiğiniz kudreti sizden almaya kalkacak biri olarak görürdünüz ve (b) dolayısıyla da daha uzak ve daha küçük odakları da imha etmek zorunda kalırdınız. Yapı kusurluydu ve Erdoğan o yapıyı restore etmek yerine, ondan faydalanmayı tercih etti.
Denebilir ki, “Şener, Gül, Arınç filan… Eh, hepsini gördük, yani başlarına geleni hak etmiyorlar mı?” Ediyorlar. Ama “şu özne kusurlu, şunlar da kusurları” dediğinizde haklı olmak, şahit olduğumuz süreci haklılaştırmaz. Erdoğan’ın da sayısız kusuru var ve her birimiz sayabiliriz.
Ve işin sosyolojik boyutu…
Erdoğan, mutedil, intikamcı olmayan, en azından intikamcılık yapmaya hevesli olmayan kitleyi kendisine benzetti —nefret ve öfkeden gayrı hiçbir sermayesi olmayan neferlerden müteşekkil, örgütsüz bir kalabalığa… Neden yaptı, çok sarih bir biçimde anlatabilirim kendi kanaatlerimi. Anlattım ve anlatırım da… Ama şimdi mevzumuz bu değil.
Nasıl yaptı, hepimiz gördük.
Özetle…
Ortada AKP diye bir özne yok. Bir kurum hiç yok. Erdoğan’ın askerleri var. Bir ordu halinde üst üste yığılan kalabalık, ancak savaşmaya yarar. Ancak savaşmaya yarayan, sadece savaşmayı bilen bir yığın, savaş arar. Olan, olmakta olan şey de bu.
AKP, yanlış bir siyaset düzeninin çatlaklarından zuhur eden yanlış bir organizasyondu, Erdoğan tarafından ele geçirildi. AKP’nin olanca imkânlarıyla bir Frankeştayn yaratıldı. Mevzuyla hiç alakası olmayan bahislerden derlenmiş (İngilizce tabiriyle irrelevant, yani doğru ama alakasız) sebeplerle, aralarında Mahçupyan, Berktay filan gibiler de olan özneler de bu Frankeştayn’ın yaratılmasına katkı verdiler. “Ama bir Frankeştayn yaratıyorsunuz” dendiğinde, ısrarla, “ama bak karşıdakiler ne kadar kötü” ve “ama o karşıdakilerin karşısındakiler ne kadar haklı” deyip durdular.
Birincisi, karşıdakiler kötüydü ama o kadar değil. Ve çözüm onları imha etmek değil, imha edecek bir Franskeştayn yaratmak hiç değildi. İkincisi, o karşıdakilerin karşısındakiler de, bu süreç içinde şahit olduk ki, tastamam karşıdakiler kadar kötü olabiliyormuş. Kötülük öznede değildir, şartlardadır, bir defa daha görmüş olduk.
Bağlayacağım nokta şu: Haysiyet cellatlığı, kurban almalar filan Pelikan Dosyası ile başlamadı, çok önce, daha yola çıkarken başlamıştı. Çünkü AKP’yi kusurlu kılan çatlaklardan kaynayan su, kaçınılmaz olarak, eğer yeterince gür ve gümrah ise, arkasında kâfi tazyik var ise, olmayacak yerleri basar. Yani şurayı burayı basacak, “ama onlar zaten zalim ağaların topraklarıydı” diyeceksiniz, sizin topraklarınızı basınca “vay bu nasıl oldu” diye feryat edeceksiniz…
Eh, o sizin, suyun nasıl davrandığı konusundaki cehaletinizden… Ve bu cehaletle, bunlar hepinizin iyi günleri…