İyimserlik, Kötümserlik
Marine Le Pen, “Trump’ın zaferi —birçok Avrupalı liderin gördüğünün aksine— dünyanın sonu değil” demiş, “bir dünyanın sonu.”
Müthiş bir özet.
***
Belki şaşıracaksınız, belki beni ayıplayacaksınız ama Amerika’da neler olup bitiyor olduğu, genellikle pek umurumda olmaz. Hele ki Amerikan politikası denen tiyatroda…
Yine de bazı şeylerden haberim oluyor.
Mesela Amerikan seçim sisteminin çok kötü bir sistem olduğundan aniden haberim oldu. Daha önce —Trump’ın kazanmasıyla dehşete düşmüş olanların istedikleri veya katlanabilecekleri adaylar kazanırken— seçim sisteminin mantıksızlığından hiç haberim olmamıştı. Belki de kimsenin aklına gelmemişti seçim sisteminin tuhaflıkları, Trump’a zafer kazandırana kadar.
Evet, daha az seçmenin oyunu alıp kazanmakta bir tuhaflık var. Daha önce sadece üç defa gerçekleşmiş ve kalan oylar sayıldığında büyük sürpriz olmazsa dördüncüsüne şahit oluyoruz. 1876 ve 1888’dekileri, yani pek eskide kalanları saymazsak, 2000’den sonra ikinci defa. Gerçi tahmin edilen gerçekleşmemiş, arada çok da ciddi bir fark oluşmamış gibi görünüyor ama birkaç puan fark olsaydı da benim damağımda kalan buruk tadı değiştirmeyecekti: Bunlar tartışılacaktıysa, başka zamanda tartışılmalı, istemediğimiz bir adam kazanınca değil.
Böyle, Amerikan sistemi, zaafları, istikbali ve saire hakkında tuhaf değerlendirmeler ulaşıyor bana Amerika’dan. Ve hepsi de endişeli, öfkeli, kibirli, küstah. Mutlak hakikate sahip olan seçkinlerin kendilerinin mutlak hakikate sahip olduğunu nasıl olup da anlamadıklarını anlayamadıkları fanilerin tercihlerine kırgın…
Hepimiz bu endişeli, kibirli, kırgın halleri tanıyoruz. Amerika’dan değil, Türkiye’den… Bana neden Trump’ın zaferinden memnun olanlardan herhangi bir şey ulaşmıyor, Türkiye’den pay biçince anlayabiliyorum. Cihangir’den yapılan yayın ile Gebze’den yapılanın arasındaki güç farkını bildiğim için şaşırtıcı gelmiyor bana feryatları duyabiliyorken kahkahaları duyamıyor olmak.
Le Pen’in “bir dünyanın sonu” derken neyi kastettiğini, neyi ümit ettiğini elbette anlıyorum. Umarım yanılıyordur, umarım sonu gelen dünyanın çıkış kapısı, onun hayallerinin gerçekleşeceği bir dünyaya açılmıyordur. Ama bir dünyanın sonu geldi. İçinde doğduğumuz, büyüdüğümüz, biçimlendiğimiz, hayal kurduğumuz, yaşlandığımız dünyanın sonu… Trump kazandığı için gelmedi, o dünyanın sonu geldiği için Trump kazandı.
***
Bir dünyanın sonunun geldiğini yıllardır söyleyip duruyorum. Yıllardır, sonu gelmiş olan dünyanın yerine, sonu gelmiş olandan daha içe sinecek bir başkasının kurulacağını, en azından kurulabileceğini söylemeye çalışıyorum. Faz değişimlerinde yaşanan altüst oluşlara odaklanan miyop bakışlarla karşılaşıyorum genellikle.
Şimdi —ABD seçimlerini Trump’ın kazanmasından sonra— eskiden beri söyleyegeldiğimden daha emniyetle, daha tok bir sesle söyleyebilirim ki, daha iyi bir dünya kurulacak. Trump kazandığı için, Trump eskisinden daha iyisini kuracağı için olmayacak bu, elbette. Ama Trump’ın kazanması sayesinde, eskisinin artık yama tutmayacağı iyice aşikâr olduğundan olacak ne olacaksa. Saklanamayacak kadar aşikâr olduğundan…
Hillary kazansaydı… ABD daha iyi, dünya daha iyi olmayacaktı.
Hillary’nin yanında ve arkasında saf tutanlar, seçimden önce de, sonra da, Trump’a ve onu seçenlere karşı bariz bir ahlaki üstünlük sahibiymiş gibi konuştular/konuşuyorlar. Çünkü onlar silahlara karşılar, ırkçılığa karşılar, hürriyetlerin yanındalar, sadece insanların değil hayvanların da haklarını gözetiyorlar, yerkürenin geleceği hakkında endişeler duyuyorlar ve saire…
İyi de…
Kansaslı bir muhasebeci akşam eve gelip 10 yaşındaki kızının “oral seks ne demek baba” sorusuyla karşılaştığında ne hissetmiştir? O da Madonna’ya karşı bariz bir ahlaki üstünlüğe sahip olduğunu düşünüyordur bana kalırsa. Madonna’yı ve diğerlerini, dünyanın çivisinin çıkmasının sebebi olarak görüyordur. Amerikan seçimlerinde Madonna’nın bir yığın çük yalayıp zevklenmesine mani olma motivasyonunun da önemli katkısı olduğunu zannediyorum.
Şu ahlak ile bu ahlak arasında taraf tutuyor değilim. Kimseye ahlak öğretecek halim yok. Demeye çalıştığım şu ki, kimse ahlaksızlık teklif ediyor değil, herkesin ahlakı var.
Ve…
Neredeyse herkesin ahlakı mekanik bir ahlak. Ezberlerden mamul. Kansaslı babanın ahlakı mesela, neredeyse bütün sosyal ilişkilerin cinselliğin kontrolü üzerinden yeniden kurulduğu ahlak, ezberden ibaret. Cinselliğin kontrolü sayesinde —veya en azından ondan ilham alarak— türetilmiş sosyal kontrol mekanizmalarının katılaştırdığı sosyal dokularda meydana gelen kramplara karşı daha yoğun, daha derin, daha yaygın kontrol mekanizmaları kurmaktan başka hiçbir şeyin akla gelmesine imkân vermeyen bir ahlak.
Karşı tarafın güya eşitlikçi ahlakı da bir başka ezber. Öyle değildi, o hale geldi. Sokakta kaybolmuş bir köpek yavrusunun arkasından gözyaşı dökebilirken, Kansaslı muhasebeciye karşı hiçbir şefkat belirtisi taşımıyor. Güya eşitlikçi ve bir kedi yavrusunu kendisine eşitleyebiliyor ama Kansaslı muhasebecinin kendisiyle eşit olduğunu idrak ettiğinde dünyası yıkılıyor. Aslında bütün centilmenliği, galiplerin centilmenliğinden ibaret. Galip olanın tarafına geçerek galip olan, galibiyette hiçbir hissesi olmayan, müesses nizam tarafından neticesi bağlanmış bir maçta galip geleceği önceden tayin edilmiş takımın formasını giyerek galip gelen bir yığın zibidinin üzerlerine giydiği bir formadan ibaret bütün ahlakları.
Bu dünya iyi bir dünya değildi —yani daha iyisi yapılabilir bir dünyaydı en azından.
***
İçinde yaşadığımız dünya iyi bir dünya değildi ve onu değiştirmek, daha iyi bir dünya haline getirmek için kafa yoranlar, mücadele edenler var. Elbette muharebe sadece cinselliğin kontrolü —daha genelde kontrol— ve hayallerin ezberlere rücu etmesi alanlarında sürmüyor. İnsanlık yüzlerce farklı muharebe meydanında tarihle, kendisiyle, kaderiyle dövüşüyor.
Trump’ın zaferi, hem dövüşün yeni muharebe meydanlarına yayılmasına yol açacak hem de meydanlardaki rehaveti kısmen de olsa ortadan kaldıracak bir şok etkisi yaptı. Yeni bir şok. Bir şok daha.
Daha önce demiştim, annem biz küçükken, etrafı fena halde dağıttığımızda, “yavru karga anasına ‘ana bu yuva boklandı, başka yuvaya gidelim’ dermiş, anası da ‘bu göt bizde oldukça, gittiğimiz yuvayı da boklarız’ diye cevap verirmiş” diye söylenerek etrafı toplardı. Kastı belliydi: Götünüze sahip olun, etrafı boklamayın. Dünya öyle işlemiyor. Götümüz var, boklamak zorundayız. Bu yüzden belirli aralıklarla yeni bir yuvaya gitmek zorundayız.
Hillary’nin temsil ettiği şey, bu yuvada, bok içinde, “belki de temizleyebiliriz” düşüncesiyle kendimizi aldatarak bir süre daha yaşamaktan ibaretti. Trump’ın yol açtığı şey “gidelim artık” olabilir.
Olur mu?
Bilemem. Belki de daha büyük şoklara ihtiyacımız vardır. Ama şurası kesin ki, Trump, başka herhangi bir kişinin yapabileceğinden çok daha fazla boklayabilecek gibi görünüyor dünyayı.
***
Bize gelince…
Dün bulunduğum ortamda memleketin neredeyse bütün günlük gazeteleri vardı. Yani gazete formatında çıkarılan şeyler… Rekor —açık ara— Güneş’teydi. Trump “bütün Amerika’nın başkanı olacağım” demiş —yani sizin çıkarabileceğiniz bilinerek ayrıca belirtilmemiş ama Erdoğan’ın balkon konuşmasında söylediğini söylemiş— Amerikan ekonomisini canlandıracağını söylemiş, diğer ülkelerle de iyi ilişkiler kuracağını belirtmiş…
Yani?
Yani Türkiye modelini uygulayacakmış.
Ne diyeyim, yuh yani!
Bu hal, bu hale yol açan şey nasıl adlandırılabilir bilemiyorum —benim lügatim kifayet etmiyor. Galiba kimseninki kifayet etmiyor ve bu sayede bu kadar iğrençleşebiliyorlar.
Genel tabloyu biliyorsunuz, besleme medya Trump’ın zaferinden son derece memnun. Neden? Anlamak müşkül değil, son derece basit, herhangi bir ilköğretim öğrencisinin ancak sahip olabileceği kadar basit bir denklemleri var: Biz ve onlar.
Diyeceğim de…
Trump’a destek verenlerin arasında bu seçim neticesine övgü dizen Türklerden herhangi birinin bir sinek kadar kıymeti yok. Ellerinden gelse —ve herhalde gelebileceğini ümit ediyorlardır— bu taifenin tamamını, köpeklerine acıdıkları kadar acımadan ortadan kaldırabilirler. Ve elbette sadece onları değil, hepimizi…
“Bütün dünyanın şeyleri birleşin” ruhu bu desem, şey yerine ne koyacağımı bilemedim. Ama şunu bildim, o şeylerin hepsinin bir numaralı düşmanı, dünyanın başka ülkelerinin şeyleri. Le Pen mesela, Trump’ın zaferiyle orgazm olmuş görünüyor ama Amerikalı şeylerden —çünkü Amerikalı olan her şeyden— nefret ediyor. Fransız olmayan her şeyden nefret edenleri temsil ediyor yani. Bu nasıl bir ortaklık, nasıl bir duygudaşlık, anlamak müşkül.
Bizimkilerin, ilaveten, her kapıyı açan bir maymuncuğu da var: Gülen. Neymiş, Gülen —ve Türkiye’deki bütün Erdoğan karşıtları— Hillary’i desteklemişler. Oh olmuş, yenilmişler. Öyle bir hava var ki, Hillary yenilmemiş, Gülen yenilmiş. Meğer ABD seçimlerinde Gülen’e karşı Trump yarışıyormuş.
Bir defa daha… Ne diyeyim, yuh yani!
Kafataslarının içinde ve göğüs kafeslerinde ne tür dokular biriktiğini anlayamadığım bu mahlûkat, insanlığın yeni bir yuvaya er veya geç uçacağı tam da bu dönemde, Türkiye’nin aklını ve gönlünü ifsat ettiler. Dert olmayabilirdi ama onları besleyen zatın elinde müthiş bir kudret birikti.
İnsanlık için iyimserken Türkiye için kötümsersem, biliyorsunuz işte, bu yüzden.