Kara Delik

Digitürk’ün dudak uçuklatan fiyatlara yükseldiği futbol ihalesini, televizyondan canlı olarak izliyorduk. Etraftakiler futbol adına hayallere dalmakta gecikmediler. Dünya yıldızları Türkiye’ye gelecek, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş filan Avrupa devleriyle aşık atacak, Anadolu kulüpleri gösterişli kadrolar kuracaklar… Filan.

“Bu ihale Türk futbolunun sonunun başlangıcı” dedim. Tuhaf tuhaf baktılar yüzüme.

Hesabım basitti. Futbolun mevcut organizasyon yapısı ve insan malzemesi, bu parayı taşıyabilecek kapasiteye sahip değildi. Federasyon futbola akan paranın muhtemel yıkıcı etkilerini öngörebilecek bir kapasiteye sahip değildi. Olsaydı da onu engelleyebilecek bir vizyonu yoktu. Ve saire…

Elbette şike dedikoduları ayyuka çıkacak, takım otobüsü kurşunlanacak, tribünler boşalacak filan gibi somut tahminler yapmadım. Yapamazdım. Ama futbolda her şeyin daha kötüye gideceğinden hiç şüphem yoktu. Yanılmadım. Neticede İstanbul kulüpleri ile Anadolu kulüpleri arasındaki makas daralmadı, açıldı. Dahası, Fenerbahçe ve Galatasaray ile Beşiktaş arasındaki makas bile açıldı. Türkiye’nin kulüplerinin Avrupa’daki performansı ilerlemedi, geriledi. Milli takımın dünya klasmanındaki yeri de…

Diyelim Digitürk para muslukları açarken, mesela yabancı kontenjanı da değiştirilmiş olsaydı, Türk futbolunun seyri şimdikinden başka olacaktı. Ama vardığı liman aynı olacaktı. Yani bir iki başrol oyuncusunun domine ettiği, tribünlerin boşaldığı, her türlü kirlenmişliğin yaşandığı, kirlenme engellenemediği için kirlenme hakkında konuşmanın engellendiği mevcut halden çok başka bir durumda olmayacaktık.

Demem o ki:

Bir: Sistemler biliminde eşsonuçluluk (equifinality) diye bir kavram var. Farklı yollardan da olsa, ulaşacağınız nokta az çok aynıdır diyor.

İki: Sistemlerin ulaşacağı yeri tayin eden değişkenler var, bir de o yola hangi güzergâhtan ulaşacağınızı tayin edenler.

Türk futbolunun hangi limana akıyor olduğunu tayin eden, futbolun organizasyon seviyesi ve insan malzemesinin kalitesi. Futbola aktarılan maddi kaynağı bir anda olağanüstü yükseltirseniz, kanser olan bir hastaya bir anda olağanüstü glikoz yüklemek gibi bir etki yapar, onun ölümünü hızlandırırsınız. O parayı verirken, bir yandan da kulüplerin organizasyonu, insan kaynağı gibi konularda iyileştirme yaparsanız —kanserli dokuyu almış olduğunuz için— başka bir netice bekleme hakkınız olur. Ancak o halde olur.

Futboldan konuşuyorum ama derdimin futbol olmadığı herhalde aşikâr. Aşikâr olduğunu varsayarak futbolla devam edeyim. Digitürk kulüplere olağanüstü paraları taahhüt ettiğinde, bir yığın kişi, “oha, sisteme ne biçim para girdi, köşeyi döneriz” gördüler. Her ülkede meselelere böyle bakanlar vardır. Mesele, o paradan hisse almak isteyenlerin neler yapabileceği. Türkiye’de teknik direktörler, transfer ettikleri futbolculardan komisyon alıyorlardı. Bilen biliyordu. Digitürk ihalesinden sonra komisyonlar yükseldi. Başkanlar ve yöneticiler de komisyon almaya başladı. Neticede, herkes biliyor ki, mesela bir oyuncu için bir milyon dolarlık bonservis ücreti üzerinde anlaşma sağlandıktan sonra, her ne olduysa, bir hafta içinde bonservis ücreti üç milyon dolara çıkıp transfer öyle gerçekleşti.

Gibi…

Türkiye’de 12 Eylül’ün getirdiği siyasi partiler ve seçim mevzuatının yapacağı etkiyi, o mevzuat ilan edildiğinde tahmin edememiştim. Çünkü zaten mevzu ile alakam yoktu. Ama 1990’ların başlarında bu konulara kafa yormaya başladıktan kısa süre sonra idrak ettim ki, bahse konu olan mevzuat Türkiye’de siyaseti —ve dolayısıyla da her şeyi— bitirecek. Eh, “mutedil merkez sağ yığınlar zırva bir Osmanlıcılık hayaliyle zehirlenecekler” filan gibi tahminler yapmak kolay değil. Çünkü aynı yığınlar bambaşka biçimlerde de zehirlenebilirlerdi. Yapılabilir yegâne tahmin, bence, Türkiye’nin zehirleneceği tahminiydi.

1990’ların ikinci yarısında, ağırlıklı olarak merkez sağ partilerin müşterisi olduğu danışmanlık işleri yaptım. Hemen her defasında “iş şuraya varacak” dediğimde “nasıl olacak da o senin dediğin olacak” dendi. Bilemedim.

Şimdi size bile tuhaf görünüyordur, ama mesela merkez sağın çökeceğini, hem DYP’nin hem de ANAP’ın aynı anda tarih olacağını söylediğimde, böyle bir limana varacak herhangi bir güzergâh hiç de mümkün görünmüyordu. Kimse inandırıcı bulmuyordu. Ben de ne olup da o sonucun doğabileceği hakkında akla uygun tahminler yapamıyordum. Ama yine de merkez sağın çökeceği tahminini yaptım. Yazdım.

Oldu.

Gezi’den sonra, Türkiye’nin hızla “yönetilemez bir ülke” durumuna çökeceğini tahmin ettim. Tıpkı futbol ihalesinde olduğu gibi, Gezi’den sonra da, ülkeyi yönetilebilir bir ülke halinde tutmak için, kapsamlı bir örgütlenme tarzı ve insan kaynağı rehabilitasyonu gerekiyordu. Ve aşikârdı ki, Erdoğan’ın da, daha genel olarak AKP’nin de böyle şeylere kafası basmıyordu. Beni şaşırtmadılar.

Soner Yalçın, son patlamadan sonra, bu işin PKK’nın sonunu getireceği konusunda, iyimserliği beslemeye çalışan yazılar yazıyor. Akıl yürütmesi sağlam, bir itirazım yok. Dedikleri çıkabilir, Kürt silahlı mücadelesi bundan sonra hızla itibar ve ivme kaybedebilir de… Ama Türkiye’nin meselesi silahlı Kürt hareketi değil. Türkiye’nin meselesi başka yerde.

Kürtlerin bölgenin biricik dinamik aktörü olduğunu söyleyip duruyorum. Ama oyunu ne kadar doğru oynadıklarından şüphem var. Aslında opsiyonlarının neler olduğu konusunda da pek bir fikrim yok, dolayısıyla “Kürtler için doğru oyun nedir” diye sorulsa bir cevabım da yok. Ama mevcut şartlarda Kürtlerin kaybetmesi benim açımdan şaşırtıcı olmaz. Kazanmaları? O da ihtimal dâhilinde herhalde…

Ya Türkiye? Kürtler kaybetse de kaybedecek, kazansa da…

***

Çok genç yaşta şunu idrak ettim: Eğer uğruna ölünecek bir takım değerlerim olmazsa, hayatın da pek bir manası yok. Başkaları için öyle olmayabilir, uğruna ölünecek şeyler olmadan da hayatı manalı bulabilirler ama benim için öyle bir opsiyon yok.

Ama…

Uğruna birilerini öldürecek değerlerim yok. Bana öyle geliyor ki, hiçbir şey uğruna birilerini öldürmeyi, birilerinin ölmesini arzu etmeyi içime sindiremem.

Dolayısıyla, mesela Kürt gençlerinin veya Türk gençlerinin ölümü göze almalarını anlayabiliyorum. Ama öldürmeyi göze almalarını anlayamam. Ve yine dolayısıyla, başkalarının ölümüne yol açacağı baştan belli olan her türlü girişim, kimden gelirse gelsin, benim ufkuma sığmıyor.

Yine de oluyor. Olup duruyor. Bu hal, benim için, bir kara delik. Anlayabileceğim şey değil. Anlayabileceğim şeylere kafa yormaya çalışıyorum. Yani mesela, hızla uçuruma doğru yuvarlanmakta olan Türkiye’de, nasıl olup da birilerinin “ama PKK da kaybedecek”lerden bir memnuniyet çıkarabiliyor olduklarına, filan. Kafa yoruyorum da… Bir netice alamıyorum.