Kilit Açılmadı
Gürbüz Özaltınlı, bence sade bir özet yapmış (http://serbestiyet.com/yazarlar/gurbuz-ozaltinli/muhafazakarlarin-sinavi-anayasa-taslagi-753065). Şöyle başlıyor: “On yılı aşan Ak Parti deneyimi – ve aslında çok partili siyasi tarihimiz- toplumun rızasını almış bir siyasi hareketin iktidar olamadığını; seçim kazanmanın yönetme gücü elde etmeye yetmediğini gösteriyordu. Parlamenter çoğunluk, bürokratik vesayetin çizdiği sınırlar içinde iş görebiliyordu. Askeri bürokrasi/ Emniyet ve İstihbarat bürokrasisi/ Yargı/ Üniversiteler… Hepsi bir arada, Türkiye’nin iktidar dağılımında merkezde duruyorlardı.”
Yazının genelinde ima edilen teşhislere katılsam da, nüanslarda ciddi sıkıntılarımız olduğunu düşünüyorum.
E, evet, mesela seçim kazanmak yönetme gücü elde etmeye yetmedi Türkiye’de. Mesela nerede ediyor? Yönetme gücü ne demek ve ne olursa elde edilmiş sayılabiliyor? Birleşik Krallıkta seçimi kazanan siyasi hareketler mesela, neleri yapabilir, neleri yapamazlar? Kraliyeti kaldırmaya kalkarlarsa mesela…
Sonra, şu “vesayetçi sınırları çizen, iktidar dağılımında merkezde duran” bürokrasi, nereden geliyordu? Başka bir galaksiden? Mars’tan, Amerika’dan? Memleketin içindeki belirli ve değişmez bir sosyal sınıftan?
***
Galiba iki farklı katmanda gelişen ve tabii olarak farklı dinamikleri olan iki sürecin bir tek düzlemdeki izdüşümleri üzerinde konuşuyor olmaktan ve farkına varmadan bir katmandan diğerine, sonra yine öncekine geçiveriyor olmaktan kaynaklanan bir sıkıntımız var.
Katmanlardan biri, siyaseti de ihtiva eden devlet aygıtı. Diğeri ise sosyoloji.
Kendi hesabıma, beni bilenler bilir, beni birilerine tanıştırırken “siyasi danışman” veya “siyasi analist” dediklerinde hemen düzeltirim, “ben siyasetten anlamam, siyaset sosyolojisinden anlarım” diye… Bu hususlara ekmek parası için 1994’ün ortalarında kafa yormaya başladım ve 1995’in başlarında bu ayrımı yapma ihtiyacı hissettim.
***
Dünyanın her yerinde siyaset (yani politika, asker/sivil bürokrasi, yargı, üniversiteler, medya toplamı), bir zümrenin işidir. Siz o zümreye dâhil olmasanız, siyasetin bir zümre işi olmasına itirazı olan ve o zümreden müşteki biri olsanız ve bu hassasiyetle bir biçimde siyasi bir hareketin içinde yer alsanız, kısa süre sonra o zümrenin bir unsuru olursunuz. Zümre sizin dâhil olmanızla genişler, sizi içerir ve… Değiştirir. Başka türlüsü, işin fıtratına, eşyanın tabiatına aykırı.
Ülkelerin farklı sosyolojik tarihleri, o ülkede doğan ve yetişen herhangi bir insanın bahse konu olan zümreye dâhil olma şansı üzerinde de etkilidir. Sınıflı Batı toplumlarında, işçi sınıfından bir ailenin çocuğunun ileride siyasi zümre içinde kendisine bir yer bulma ihtimali, burjuva veya aristokrat kökenli bir ailede doğan akranınki ile aynı olmaz. Türkiye’de de olmaz ama bu hususta Türkiye, muhtemelen, dünyanın en demokratik, geçişkenliği en yüksek toplumudur. Yaşadığımız sıkıntıların büyük bölümü, bence, geçişkenliğin bu kadar yüksek olmasından kaynaklanıyor zaten. “Geçişkenliği azaltalım” demiyorum — o bir biçimde azalıyor bir yandan— ama geçişkenliği bu kadar yüksek olan bir topluma geçişenliği ciddi ölçüde sınırlandırılmış olan toplumların düzenlemelerinin sorgusuzca giydirilmiş olmasının, giydirilmeye çalışılmasının yarattığı sıkıntılar var. Adam İsviçre’de, sınıflar arası hatları neredeyse bir tabiat kanunu olarak sindirip büyümüş, tecavüz etmeyeceği sınırlar zaten var ve onun o sınırlara tecavüz etmeyeceği bilgisini temel alarak geliştirilmiş —daha doğrusu gelişmiş, zuhur etmiş— sosyal mekanizmalar var. Onları ithal edip Türkiye’ye tatbik ediyorsun. Altı yüzyıldır neredeyse bütün Başbakanları kariyerlerine köle olarak başlamış, kariyeri tamamlanınca da çoluğunun çocuğunun tarihte hiçbir izi kalmamış olan bir toplumda, tabii olarak aksaklıklar çıkıyor.
“Yapılmasaydı, Batı’dan bir dizi kurumlar, kurallar ithal edilmeseydi” filan da demiyorum. Yapılmasaydı ama yapılmış. Tarihe temennilerle bakmak manasız bir şey. Yapılmış ve neticeleri olmuş. Mesela Cumhuriyet tarihindeki Başbakanların, siyaset erbabının çoluğunun çocuğunun izini sürmek artık o kadar zor değil. Siyaset zümresinin içine doğmuş olanların, yetişkin yaşlarda aynı zümre içinde yer alma ihtimalleri artık çok yüksek. Bu halin de, yani sosyolojik örgütlenme alışkanlıklarının değişiyor olmasının da memlekette bazı sosyolojik kırılmalara yol açması anlaşılır bir şey.
Filan…
Ama asıl mesele ne ithal kurumların bünyeyle gösterdikleri doku uyuşmazlığı ne de o doku uyuşmazlığının yol açtığı kırılmalar değil. Bunlar her toplumda, tarih içinde baş gösterebilecek sıradan meseleler. Mesele, Türkiye’nin bütün bu sıradan meseleleri anlamaya çalışacak, onları tahlil edip onlara çözüm alternatifi üretecek refleksi gösterememiş olması. Bu refleks, sözünü ettiğim siyasi zümre tarafından gösterilir. Siyasi zümreye dâhil olmak bir imtiyazdır ve o imtiyaz ancak karşılığı ödenirse hak edilmiş olur. Karşılığı da, anlamak, çözüm alternatifleri üretmek filan gibi şeylerdir, suçlu bulmak, suçlamak filan değil.
Sıklıkla müracaat ettiğim, sembolik bir misal: Bahse konu olan zümrenin gösterişli şahsiyetlerinden Çetin Altan, bir yazısında, mealen, “bir gün gelecek memleketin köylüleri tenis oynayacak, o vakit işlem tamam” diye yazmıştı. Bence bu duruş, neresinden baksanız, size hallerimiz hakkında bir şey söylüyor.
Tenis! Neden tenis? Çünkü Türkiye’ye belki de en yabancı, Türkiye’nin ana gövdesine en yabancı, hatta Türkiye’nin seçkinleri için bile uzak bir seçkin spor.
Köylüler! Neden köylüler? Çünkü Türkiye’ye ayak bağı olanlar köylüler. Yani aslında tenis oynamayan, tenise ilgi duymayan herkes. Yoksa kusur Çetin Altan’da değil.
Demem şu: Altan’ın hayranlık duyduğu ve dillerini herhalde anadili kadar iyi konuştuğu Fransa’da da köylüler tenis oynamıyor. Tenis —ve diğer her şey— bir zümre meselesi, herkesin yapması gerekmiyor. Ama mesela Fransa bir uluslararası tenis turnuvasında İngiltere’ye yenildiğinde, Fransa’da kimsenin aklına “köylülere tenis oynatalım, oynamadılar ondan yeniliyoruz, bu köylülerle bu iş olmaz” demek gelmiyor.
Türkiye’de akla ilk bu geliyor.
Türkiye’de işler yolunda gitmedi. Memleketin siyasi zümresinin, işleri yoluna koyacak yaratıcılık sergilemesi gerekiyordu —işleri buydu. Onlar ithal ezberleri tekrarladılar. Sıklıkla yaptığım benzetmeyle, ellerinde bir anahtar vardı, kilidi açmadı. Onlar kilidi suçlayarak kendilerini aklamanın yolunu buldular.
Bu sürecin çok kesin ve net bir neticesi var —diğer bütün yan ürünlerinden önce: Kilit açılmadı. Yani problem çözülmedi.
Devam etmeden önce tespiti bir defa daha açık seçik söyleyeyim: Siyasetin, yani politika artı asker/sivil bürokrasi artı yüksek yargı artı üniversite artı medyanın bir zümre olması değil problemin kaynağı. O zümrenin kendi üstüne düşen işi yapmaması/yapamaması. Sonra da, kendi üstüne düşen işi yapamamış olmasının neticelerini, muğlak bir özneye, tarihe, sosyolojiye, dine, emperyalistlere yıkarak kendisini kurtarmayı alışkanlık haline getirmesi.
***
Söylenecek çok şey var ama hepsini söylemeye kalksam, kitap hacminde olur. Güncel olana bağlamaya çalışayım.
Neredeyse tamamı sıradan ailelerden devşirilmiş, neredeyse tamamı en çok iki nesil önce köylü olanlardan müteşekkil zümrenin başarısızlığı, o zümrenin başarısızlığı olarak okunmadı. Böyle bir zümrenin mevcut olmasının yol açtığı bir başarısızlık olarak okundu. Zenginliğin, itibar ve imtiyaz sahibi olmanın tabii neticesi olan davranış ve hayat tarzı kodlarına özel mana yüklendi. Ve bu zümreye karşı değil, bu zümrenin mevcudiyetine karşı bir savaş başlatıldı.
Bugün Ankara’da Çukurambar diye, nevzuhur bir bölge var. Neredeyse tamamı AKP seçkinlerinin ikametgâhı. Bildiğim kadarıyla alkol tüketilmiyor ama diğer her şey, mesela lüks cipler ve hatta kısacık etekler dâhil, Çukurambar’ın sıradan gerçekliği. Böyle sayısız bölge, site, Türkiye’nin irili ufaklı bütün şehirlerinde var. Tamamı, siyaset zümresine son dönemde dâhil olmuş insanlarla dolu. Ve bir defa daha ispat edildi ki (a) siyaset ancak bir zümrenin işidir ve (b) siyaset zenginlikten, itibar ve imtiyazdan alınan hisseyi yükseltir ve o da az veya çok benzer hayat tarzlarına, tutumlara yol açar.
Şimdi başa dönerek kapatmaya çalışayım.
Seçim kazanmak, dünyanın hiçbir yerinde sınırsız bir yönetme gücü sağlamaz. Seçim kazananlar, dünyanın her yerinde, iktidarlarını asker/sivil bürokrasiyle, yargıyla, üniversiteyle, medyayla paylaşmak zorundadır. Türkiye’de mesele, iktidarın ortaklarının seçim kazananları sınırlamasından kaynaklanmadı, işlerini yapamamalarından kaynaklandı.
2002’de temel iddia “onlar yapamadı biz yapacağız” idi zaten.
Sonra? Bingo!
Bir yandan faturayı bir zümrenin mevcudiyetine çıkarmaya başlarken, aynı anda tastamam aynı karakteri sergileyen bir zümre teşkil ettiler. Kendilerinden öncekilerden de daha başarısız, daha cahil, daha yetersiz olduklarından, sadece el parasıyla yol ve köprü yapmayı başarıp, sosyolojiyi tarumar ettiler. Tastamam kendilerinden öncekiler gibi, başarısızlığı fatura edecek bir özneye ihtiyaçları oldu ve kendilerinden öncekilerin icadı olan muğlak özneyi —din hariç— önümüze getirip duruyorlar: Üst akıl yani emperyalistler, Kürtler, —bu defa— yakın tarih ve evet, kültür —bizim millet adam olmaz.
Kilit hâlâ açılmıyor ama…