Kırılgan Bir Ülke
Cumhurbaşkanlığı makamında oturan zat, darbe teşebbüsünü eniştesinden haber alıyor —en azından, dünyanın gözünün içine baka baka öyle söylüyor.
Üniversiteleriniz, memlekette olup bitenlere dair dişe dokunur herhangi bir bilimsel çalışma yapmıyor. Profesörleriniz “iyi ama bu ülkenin bilime ihtiyacı yok mu” filan demeye çalışsanız, ağızlarını doldura doldura, sanki matah bir şey der edalarla “bilim evrenseldir” diyor. Şu evrensel bilim yapan Amerikalı bilim insanları neden gelip Türkiye’nin medyasının halini mesela, incelemiyorlar? Neden onlar inceleyecekler? (Gelip incelemeye kalksalar başlarına neler gelebileceğini de pekâlâ biliyoruz ilaveten.)
Medya demişken… Medyanız burnunuzun dibinde olan şeylere dair bilgileri Fransız gazetecileri yazınca öğrenip sizinle paylaşıyor.
Filan…
Listeyi sınırsızca uzatabilirsiniz.
Kendi hesabıma, otuz yılı aşkın süredir, bana açılan her türlü ortamda bunları tartışmaya çalıştım, anlamaya çalıştım. Çünkü…
Bana öyle geliyor ki, sınırsızca uzatabileceğinizi söylediğim liste bir yabancının önüne konsa, Türkiye’nin neden can çekişiyor olduğunu değil, neden hâlâ ölmediğini merak eder. Anlaşılmaya asıl muhtaç olan şey, her yanı lime lime dökülürken, başörtülü kızlar üniversiteye girsin mi girmesin mi, medyayı nasıl ele geçirir bizim çocukları köşelere nasıl yerleştiririz, Bandırma vapuru bir virane miydi yoksa bir kâşane mi filan diye dövüşen bir toplumun nasıl olup da gündelik hayatını sürdürebildiği…
***
İleride bilim insanı olsun diye çocuk yaşta devşirilmiş biriyim. Eh, unvan almak için gerekenleri yapmadım, dolayısıyla, herhalde, bilim insanı sayılmam. Ama kendi hesabıma, beni devşirenlere mahcup olmamak için elimden geleni yaptığımı söyleyebilirim. Elimden gelen? Meselelere bir bilim insanıymışım gibi bakmaya çalışmak… Sahip olduğum referans çerçevesine, kavram haritasına —mesela ikide bir müracaat ettiğim kompleks sistemler kavramına— memleketin bu şartlarda nasıl olup da hayatiyet gösteriyor olduğunu anlamaya çalışırken geldim.
Bize okullarda öğretilen makine gibi sistemler, bu kadar çok sayıda cıvatası gevşemiş olduğu halde çalışmayı sürdüremezler. Ama bir köpek mesela, bir ayağını bir otomobil ezse de, hayat kalitesi bir hayli düşmüş olduğu halde, hayatını sürdürebilir.
(Devam etmeden… Demek ki neymiş, kompleks sistemler, canlı sistemler, hata denebilecek şeylere o kadar da hassas değilmiş. Pek çok hatayı tolere edebiliyormuş.)
İyi de… Nereye kadar? Köpek bacağından sonra bir kulağını, sonra bir gözünü kaybetse mesela?
Türkiye bu yolun neresinde?
***
Bilim insanıymış gibi bakmaya çalışmak derken neyi kastediyorum?
Bu dünyadan bir Popper gelip geçti mesela… Kimseleri, hele Popper’i ululamak filan benim tarzım değil. Ama Popper sanki hiç yaşamamış gibi yapmaya da aklım ermez.
Bir bilim insanı gibi bakmaya çalışırken, mesela, iddia ettiğim şey yanlışlanabilir mi diye bakarım. “Darbe teşebbüsü oldu, bir ulu özne o olsun ve fakat başarısız olsun diye tezgâhlamıştı” diyen biri, eğer darbe teşebbüsü başarılı olsaydı “darbe oldu, küresel çete tezgâhladı” diyecek idiyse, dediklerinin benim için hiçbir kıymet-i harbiyesi yok.
Ama meselem birilerinin böyle, pek de kıymeti olmayan laflar edip duruyor olunması değil. Dünyanın her yerinde, anlayamadığı her şeyi bir ulu özneyle açıklayan milyarlarca insan yaşıyor. (Tanrı fikrinin, insanın anlayamadığı bir dünyada eyleyebilmek, bilmediği denizlerde seferi sürdürebilmek için duyulan ihtiyaçtan kaynaklandığı bile söylenebilir.) Mesele, birilerinin böyle yapıyor olması değil, genellikle dinin karşısına bilimi koyduğunu iddia eden hemen herkesin böyle yapması. Tanrıyı inkâr ediyorlar güya ama tanrının yerine, her şeye kadir bir dünyevi özne koyuyorlar.
Eh, insanoğlu tanrıyı Olympos’tan uzaklara süreli binlerce yıl oldu. Onu yeniden yeryüzüne indirmek pek de marifet sayılmaz.
Popper demişken… Daha önce söylemiş olmalıyım, bir söyleşide demişti ki, “maaşımı aldığımda, birkaç hafta önce beğenmiş olduğum bir kazağı almak için mağazaya girer ve fiyatının yükseldiğini veya stokta kalmadığını öğrenirsem, birilerinin bana komplo kurduğunu düşünebilirim. Hâlbuki daha basit ve gerçekçi bir açıklaması var: Ben beğendimse çok kişi beğenmiştir ve talep arttığı için fiyatı yükselmiş veya mağazadaki kazaklar tükenmiştir.”
Öyle de olabilir, Popper haklı olabilir, itiraf edin.
Durmadan bilim lafı edip durmakla bilimsel filan olunmuyor. Ama galiba bilimci olunuyor. İkamet adresi yeniden yeryüzüne indirilmiş bir tanrıya iman edenlerin dini… Eh, hepimiz her gün gözleyip duruyoruz ki, durmadan din lafı edip durarak dindar da olunmuyor, dinci olunuyor. Veya durmadan millet lafı etmekle milli olunmuyor ama milliyetçi olunuyor. Ve saire…
Dünyanın hemen her yerinde dinciler dindarlardan, bilimciler bilimsel olanlardan, milliyetçiler milli olanlardan çok daha kalabalık. Türkiye’de ise galiba dindar veya milli veya bilimsel düşünen kimse kalmadı.
***
Daha önce defalarca Nassim Nicholas Taleb’in Black Swan ve Antifragility adlı kitaplarına gönderme yaptım. İstenirse pekâlâ delil gösterebilirim ki, Taleb’in söylediklerinin pek çoğunu, o yayınlamadan önce, muhtelif yerlerde, başka cümlelerle de olsa söyledim. Ama onun terimleriyle söyleyeyim: Türkiye kırılgan bir ülke. Yani mesela bir bacağını bir kazada kaybetmiş bir ülke…
Hangi kazada?
Kendi hesabıma, Türkiye’nin mevcut —ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen— iç çekişmelerini, pek çok başkasının da yaptığı gibi, ta Tanzimat’a kadar götürebilirim. Ama… “Bugün bizi kanırtan problemler Tanzimat’ın ebeliğiyle doğdu” demek, “Tanzimat diye bir şey vuku bulduysa bütün bunlar da olmak zorundaydı” demek değil. Herhangi bir noktada hasar tespiti yapılıp, teşhis konup, gerekli tedavi yapılabilirdi.
Yani…
Başımıza gelenler, bir vakitler atalarımızın yaptığı bir hata yüzünden başımıza gelmiş değil. Her nesilde sayısız hata yaptık. Daha doğrusu, nesiller birbirini takip etti ama aynı manasız hatada ısrar etmeyi sürdürdüler. Hâlâ sürdürüyoruz.
Dolayısıyla, bütün nesilleri kat eden bir arızadan söz edilebilir. Kendi hesabıma, bizim yaşadığımız sıkıntıları, faklı dozlarda, dünyanın pek çok ülkesinin yaşadığını düşünüyorum. Dünyanın modernleşmiş olanlar ve modernleştirilmiş olanlar diye ikiye ayrılabileceğini, modernleştirilmiş olanların rahatsızlıklarının, ta Arjantin’den Filipinler’e, Rusya’dan Mısır’a, çok farklı coğrafyalarda ve faklı siyasal iklimlerde birbirini andırdığını ama mesela Fransa veya Almanya’nın rahatsızlıklarını andırmadığını da düşünüyorum.
(Bu noktada hatırlatmam gerekiyor, iki tür bilgi var: (a) Benzer olanlar arasındaki farklılıklar ve (b) farklı olanlar arasındaki benzerlikler. Açıklamaya muhtaç olan iki şeyden biri, mesela aynı kovanın arılarının neden kovandan çıktıklarında farklı istikametlere uçtukları. Öteki ise mesela, her anlamda birbirinden çok farklı olan Şili, Hindistan ve Mısır’ın başına neden benzer şeylerin geldiği…)
Bizim rahatsızlıklarımızın bir dünyayı kavrayış bozukluğundan kaynaklandığı kanaatindeyim ve bu kavrayış bozukluğunun nasıl bir şey olduğu hususunda bir yığın iddiada bulundum. Kavrayış bozukluğunun nereden, hangi kaynaklardan doğmuş olabileceği, nerelerden besleniyor olabileceği konusunda da…
Bu tür şeyleri bir gazete köşesinde veya bu blogda değil de, yüz yüze veya İnternet ortamında tartışmaya kalktığımda, genellikle, muhataplarım kavrayış bozukluğunun unsurlarının neler olabileceği veya nereden kaynaklanıp beslenebileceği konularına pek alaka göstermediler. “Ne yapmalı, çözüm önerin ne” diye sordular genellikle ve bir reçetem olmadığını anladıkları anda da alakalarını kaybettiler. Hâlbuki her şeye kestirmeden bir reçete yazma şehveti de, bence, sözünü ettiğim kavrayış bozukluğunun unsurlarından biri… Toplumların —okullarda bize öğretilen— makine gibi sistemleri andırdıkları varsayımına yaslanıyor, gerekli uzmanlığa sahipseniz, tıpkı bir makineyi onarır gibi, toplumun aksayan yanlarını da tamir edebilirsiniz. Filan…
***
Türkiye kırılgan bir ülke.
Nietzche’nin ünlü deyişini bilirsiniz: Beni öldürmeyen düşmanım beni güçlendirir. Eh, evrim denen sürecin temel mantığı bu. Aldığınız darbeler sizi güçlendiriyorsa, kırılgan değilsiniz demektir. Türkiye öyle değil. Üç yüz yılı aşkın süredir, Türkiye’nin aldığı darbeler Türkiye’yi zayıflatıyor.
Kurduğumuz —bir tasarı ürünü olarak kurduğumuz— hemen bütün sistemler kırılgan sistemler. Yaptığımız bir bina da, kurduğumuz bir şirket de, oluşturduğumuz herhangi bir kurum da… Dolayısıyla bize kırılganlık —yani darbelerle zayıflama hali— çok olağan, çok sıradan bir halmiş gibi görünüyor. Ama değil. Kırılgan olmama hali çok daha yaygın. Tabii olan, yaşayan hemen bütün sistemler kırılganlıktan uzak sistemler. Prigogine’in dengeden uzak sistemler diye adlandırdığı kompleks sistemlerin hiçbiri kırılgan değil.
Türkiye kırılgan ama Erdoğan kırılgan değil. O aldığı her darbede biraz daha güçlendi. Kendi yaptığı hataların bedelini Türkiye’ye ödetti. Ta başından beri her yaptığı şey manasız ve hatalı. Ama her hatasının faturası masaya geldiğinde, hesabı ödeyemeyeceğini, ödeyebilmesi için kendisine daha büyük bir kredi açılmasını istedi.
Bence bu saçmalık, karşısındaki rakiplerin dünyayı ve Türkiye’yi yanlış okuyor olmaları sayesinde sürdü. Dünyayı ve Türkiye’yi bu kadar yanlış okuyan adam ve kadınların memlekette siyasetçi kadrolarına atanmış olması da, 12 Eylül rejiminin siyaseti bir tasarı süreci olarak düzenlemiş olması sayesinde mümkün oldu. 12 Eylül, orduda hepsi ıspanak renkli giydirilmiş, her biri bir diğerini ikame edecek hale getirilmiş, kim oldukları bilgisi iptal edilmiş insanların “yat” deyince yatmak zorunda kalmalarından zuhur eden hali düzen olarak algılayan, düzen deyince akıllarına bu hal gelen bir yığın ahmak generalin, memleketi karargâhlara benzetme teşebbüsüydü. Makine gibi bir ülke… Siyaseti —ve her şeyi— bu kafayla tasarladılar. Sonra, şöyle geri çekilip baktıklarında “güzel oldu” da demişlerdir herhalde.
Ama mesele onların, ellerindeki silahlara yaslanıp böyle bir haltı becerebilmiş ve yaptıklarını beğenmiş olmasında değil. Mesele, onların yaptıklarını memleketin kanaat önderlerinin beğenmiş olması. Şimdi hiçbiri hatırlamak istemeyecektir, hatırlanmasını da istemeyecektir ama Erbakan’ından Ertuğrul Özkök’üne, Fethullah Gülen’ine, Doğu Perinçek’ine kadar herkes, 12 Eylül marifetiyle siyasetin merkezileştirilmesine alkış tuttular. Hâlâ tutuyor olmaları da ihtimal dâhilinde.
Alkış tuttular, çünkü nezih bir siyaset istiyorlardı. Tasarı ürünü olan her şeye tapınıyor olmalarıydı. Tasarı ürünü olmayan şeylerden fena halde korkuyor olmalarıydı. Kontrol saplantılarıydı. Kontrol edemedikleri her şeyden nefret ediyor olmalarıydı.
Kendilerini zehirleyen virüsü bütün topluma yaydılar.
Geldiğimiz noktanın, nesiller boyu sorgulamadan kabul ettiğimiz bir dünya tasavvurunun neticesi olduğunu düşünüyorum. Şikâyetçi olduğum dünya tasavvurunu —güya ona muhalefet ederek buralara gelen— Erdoğan’ın da içselleştirmiş olduğunu, daha Büyükşehir Belediye Başkanı iken anlamıştım. Ama ona rey veren kitlelerin bu salgından büyük ölçüde azade olduğunu ümit ve temenni ediyordum. Öyle değilmiş.
Yani?
Yani Türkiye’nin kırılganlığının sonu yok. Kırıldıkça kırılabilir bir toplumuz.
***
Bizi zehirleyen virüsün, başımızı derdi sokan kavram haritasının kapsamlı bir haritasını —bırakın burada özetleyebilmeyi— daha geniş bir yerde bile çıkarabilecek durumda değilim. Ama bir özet olarak, geçenlerde kaybettiğimiz Toffler’ın İkinci Dalganın Saklı Kodu olarak adlandırdığı altı unsuru sayabilirim: (a) Standartlaşma, (b) uzmanlaşma, (c) senkronizasyon, (d) yoğunlaşma, (e) maksimizasyon ve (f) merkezileşme. Bu kavram haritasıyla gösterişli, pırıltılı, göz kamaştırıcı şeyler inşa edebilirsiniz —ama hepsi kırılgan olur.
Bu kavram haritasıyla müthiş binalar, köprüler, barajlar, şirketler yapabilirsiniz. Ama şiir yazamazsınız, şarkı yapamazsınız, futbol oynayamazsınız, bilim üretemezsiniz ve siyaset yapamazsınız. Ormanlar, akarsular, lisanlar ve düşünceler bu kavram haritasıyla geçekleşmez. Modernleşenler —özellikle de Anglosakson kesimi— kendi kavram haritalarını nereye bulaştırıp nereye bulaştırmayacaklarını bildiler.
Modernleştirilenler bilemediler.