Kırmızı Pabuç

Etyen Mahçupyan, “Erdoğan fikrini değiştirse, bugün söylediklerinin tam tersini savunacak bir amigo sürüsü var” demiş (http://www.aksam.com.tr/yazarlar/etyen-mahcupyan/baskanlik-ve-duzeysizlik/haber-480009).

Ne kadar şanslı…

Mahçupyan, diyorum, ne kadar şanslı… Uluorta ortalığa savrulan laflara fikir muamelesi yapabilecek kadar aklını yediği için, ne kadar şanslı.

***

Galiba Gülse Birsel’in bir dizisinin Burhan diye bir karakteri varmış. Burhan’ı yatağın üzerinde pijamalarla “cingıl bells” diye diye zıplarken gösteren bir video, altında “Ya doğru dürüst bir yıl olsun veya Burhan olalım” gibi bir lafla birlikte, yılbaşından önce posta kutularımdan birine düştü.

Rivayet olunur ki, Sadrazam Koca Ragıp Paşa, konağında günlerdir devlet bütçesini denkleştirebilmek için çabalamaktan helak olmuş haldeyken kapı açılmış. Kızının Arap dadısı girmiş, “Paşa efendi,” demiş, “yarın küçük hanımla Göksu’ya gideceğiz. Karar veremedik, pembe fistanı mı giysem, çiçekliyi mi?” Paşa içinden “lahavle çekip “pembeyi giy” demiş. Arap dadı çıkmış. Birkaç dakika sonra tekrar girmiş, “o vakit,” demiş, “yarın sabah bir çift kırmızı pabuç isterim.” Dadı çıkınca Paşa avuçlarını açmış, “Allah’ım,” diye dua etmiş, “şu Arabın aklını bir geceliğine bana ver de, bir gece rahat uyuyayım.

O misal.

Eskiden çok kızardım bu tür şeylere.

Şimdi, Çalışan Gazeteciler Gününde gözümüzün içine baka baka özgür basın ve demokrasi nutukları atmıyorlar mı… Birkaç gün geçmeden, memleketin üçte biri fiilen ordu taarruzuna maruz kalmışken (şarttır, değildir, iyidir, kötüdür, oralara girmiyorum) “memlekette problem varmış gibi algı operasyonu yapılıyor” filan denmiyor mu…

“Mahçupyan olsam” diyorum kendi kendime…

Allah vakti zamanında Koca Ragıp Paşa’dan esirgediği aklı, zamanın sultanına, sadrazamına bağışlamış besbelli. Mahçupyan’ın hissesini de ihmal etmemiş. Hepsinin kırmızı pabucu Başkanlık. Memleket tarumar, onlar makul bir vakitte kapılarının önüne bırakılacak Başkanlık paketini rüyalarında görerek, rahat uyuyorlar.

Biz?

Bize denkleşmeyecek hesabı denkleştirmek düşüyor.

***

Sultanahmet’te bomba patlamış, birçok kişi ölmüş. Malum şahsın hedefi, “bu suça ortak olmayacağız” diyen akademisyenler. Kendisine Cumhurbaşkanı diyen birinin ağzından söyleyecek olursak, “kendilerine akademisyen diyen birileri”…

Çok geçmiyor, hop, durumdan vazife çıkaran bir takım mahlûkat, operasyonlara destek verdiklerini ilan eden bir karşı bildiriyi imzalıyorlar. Elbette YÖK, “gereken yapılacak” dedikten sonra olması o kadar da ehemmiyet arz etmiyor. Bildirileri, “bizim gibi düşünen Türkiye sevdalısı tüm akademisyenleri imzalarıyla destek vermeye davet ediyoruz” diye bitiyor.

Düşünmüşler yani, düşünüyorlarmış, bakın.

Çok düşünmüşler, kendilerinin Türkiye sevdalısı olduğuna hükmetmişler. Nasıl bir Türkiye ise bu sevdalanılan Türkiye, orada günde onlarla, yüzlerle ölünebilir. Ölenlerin kimileri için şehit oldukları gerekçesiyle, diğerleri için de öldürüldükleri için gurur duyulur.

Ama…

Zinhar, reise laf söylenemez.

Türkiye sevdalılarının Türkiye’sinde, Sultanahmet’in göbeğinde bomba patlayabilir. Ama reise laf söylenemez.

Eh, biz bu Türkiye’yi bir yerlerden tanıyoruz. 27 Mayıs’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta da böyle sevdasından ölünecek bir ülkeydi Türkiye. Karıştırmayın, siz sevdalanacaksınız, başkaları ölecek. Düşünüp, çok düşünüp buldukları sevdalanılacak Türkiye bu. Sevsinler sizin düşünen beyinlerinizi…

Memleketin bir yerlerinde çocuklar ölüyor. Kadının biri “öğretmenim” yalanını söyleyerek bir programa katılıp “çocuklar ölmesin” diyor. Çocuklar ölüyor yani. Kimse “ölmüyor” demiyor. “Ölmüyor” diye yalan söylemeye bile tenezzül etmiyor.

Ve…

Çocukların ölmesinde mesuliyeti olanları konuşmuyoruz, kadının öğretmen olmamasını… Oho! Günlerce…

Kadının yaptığı da ne kadar ayıp! Utanmadan yalan söylüyor. Çok ayıp, çok. Bu Türkiye sevdalılarının sevdalandıkları Türkiye’de yalan söylemek çok ayıp. Çocukların ölmesi? O Türkiye’nin daha da bir sevdalanılabilir bir şey olması için lazım.

Nedense?

Neden olduğu konusunda hiçbir fikrim yok ama ben bildim bileli Türkiye, çocukları öldükçe daha bir derinden sevdalanılan bir yer oldu. Ben ODTÜ’de okurken Dev-Yol’un Türkiye’si de öyle bir yerdi mesela. Evren’in Türkiye’sinde, sırf öldürülebilsinler de memleket biraz daha sevdalanılabilir bir yer olsun diye çocukların yaşları bile büyütüldü, düşünün artık.

Çocuklar ölebilir. Hatta ölmeliler. Ama yalan söylemek… Çok ayıp.

Tabii kendisini “öğretmenim” diye tanıtan şahıslar için ayıp o da… Hani reis veya memuru veya memurları veya amigoları söylerse… Onlar Türkiye sevdalıları. Onlar yalan söylediklerinde, Türkiye daha da bir sevdalanılacak ülke olsun, en sevdalanılacak ülke Türkiye olsun diye söylüyorlar. Onlar hırsızlık yaptıklarında da öyle…

Onların fikirleri var. Bizim gibi fanilerin aklı ermez öyle fikirlere.

Sonra fikir değiştirince…

(Bakın, malum zevatla uğraşa uğraşa, benim de zihnime küşayiş geldi. Benim de bir fikrim oldu. Bence öldürülen çocuklar var ya, hani Ayşe öğretmenin sözünü ettiği çocuklar. Bence onların da yaşını büyütelim. Ölmüş olsalar da dert değil, yapar reisin memurları. Becerirler. Sultanahmet’in ortasında bomba patlamasını önlemeyi beceremezler ama bu tür marifetleri sınır tanımaz. Yaparlar ve kendisini “öğretmenim” diye tanıtan o alçak kadın, bir değil iki yalan söylemiş olur. Üff, ne iyi olur.)

(Mutlaka dikkate alınması gereken bir fikir de Zaytung’tan ilhamla… Bu yayın yasağı meselesini hafife almamak lazım. Bir yerlerde bomba patlamadan önce yayın yasağı koyabilecek bir teknoloji için, gerekirse Güney Korelilerle bir süre daha barışık kalmakta fayda var. Ölmüş çocukların yaşlarını büyütmeye benzemez teknoloji işleri. Siz beceremezsiniz, TÜBİTAK’a filan havale edersiniz, olmaz.)

***

Reis aynı konuşmada buyurdu, “doğuda hürriyetler yok” mealinde. Yani kabul etti. Ama ilave ederek… Hürriyetleri ortadan kaldıran terör örgütüymüş.

E, öyleymiştir. Terör örgütü bu, senin benim hürriyetimi hesaba katacak, gözetecek değil ya. Adı üstünde, terör örgütü. Biz şimdi, Erdoğan ve memuru Davutoğlu’nun vaziyet ettiği memlekette, hürriyetlerimiz için terör örgütünden insaf mı dileyeceğiz? “Yapmayın lütfen, hürriyetlerimiz tehdit altında” diye Kandil’e mi dilekçe yazacağız?

Gel de, bu lafları fikre sayabilen bir aklı olduğu için Mahçupyan’ı kıskanma…

***

Eh, memlekette Mahçupyan olmaya özendiren şeyler, haliyle, bitmiyor.

Kılıçdaroğlu da Beyazıt Öztürk’e ağzının payını vermiş, “neden özür diliyorsun, yürek yok mu sende” diyerek. Breh, breh, yüreğe bak. Ana muhalefet partisinin genel başkanındaki mangal yüreğe bak. Nasıl da parlamış Beyaz’a! Hiç korkmamış, bana bir laf eder mi, programına çağırmazlık filan yapar mı diye…

Kılıçdaroğlu’nun hakkını da yemeyelim. Memleketin üçte birinde iç savaş var. Sultanahmet’te IŞİD canlı bomba eylemi yapıyor. Hafta sonu da Kurultay var. Bunca işin gücün arasında, bugünkü grup toplantısında, ezeli rakibi Gökçek’i ihmal etmedi. Onun da, daha doğrusu onun tanıtım programına katılan Yargıtay, Sayıştay Başkanlarının da ağızlarının payını verdi. Breh, breh! Görmediyseniz, tahmin edemezsiniz, öyle şedit! Hani ben Gökçek’in toplantısına katılmış olsam, gece gözüme uyku girmezdi.

Veya açardım avuçlarımı, “Allah’ım,” derdim, “şu Kılıçdaroğlu’nun aklını bana ver de, ben de uyuyayım.”

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin