Komploculuk Nasıl Şey?
Fehmi Koru misyonunu tamamlamış, herkesi komplocu yapmış. Dolayısıyla artık istirahate çekilebilirmiş (http://fehmikoru.com/artik-herkes-komplocu-oldu-ben-istirahata-cekilebilirim/).
Bizde önüne her sürüleni doğru kabul etmeyene komplocu deniyormuş da, çok şükür ki artık kafalar otomatik vitese takılı çalışmıyormuş, hangi konu ele alınırsa alınsın bir bit yeniği aranıyormuş da, yani herkes komplocu olmuş da…
Komploculuk öyle, Koru’nun masumlaştırarak tarif ettiği gibi bir şey değil. Tam aksine, otomatik viteste çalışan kafaların marifeti.
Bu dünyada, irili ufaklı bütün devletlerin istihbarat servisleri var. O istihbarat servisleri, yığınla gizli kapaklı işler çeviriyor. İstihbarat servislerinin gizi kapaklı işler çevirdikleri, zaten bu tür faaliyetler için tesis edilmiş oldukları ise, hiç de gizli kapaklı bir bilgi değil. Hepimiz biliyoruz. Hepimiz…
Mesele şu ki, vuku bulan herhangi bir olayda, hangi istihbarat servisinin ne gibi bir rol oynadığını bilmiyoruz. Çoğunu da bilemeyeceğiz. Mesela Koru’nun sözünü ettiği Barcelona saldırısının ardında İspanyol gizli servisi var mı, varsa nasıl var, sadece o mu var, öğrenmeden ölebiliriz.
Bilgi eksikliği can sıkıcı bir şey. İnsanlık tarihinin başından beri can sıkıcı bulunduğuna dair muhtelif işaretler var. Neden durduk yerde havalar soğuyor, neden Nil taşıp da onca ekini berbat ediyor, neden geceleyin gökyüzündeki yıldızlar tepemizde dönüp duruyor, neden hepsi dönüp dururken biri orada sabitmiş gibi duruyor? Aynı dönemde, Mısırlı birinin çatısının altında yaşayan bir kedi mesela, kendisine bu tür soruları hiç sormadan, mutlu mesut yaşlanıp ölebiliyordu herhalde. Ama o kedinin yaşadığı çatının sahibi, tam da bu soruları olmasa da, bir yığın başka soruyu sordu. Neden onun babası öldü? Neden başka biri değil de o? Tamam, o hastalanmıştı ama neden o hastalandı?
Uzatmayayım… Bu tür sorulara üretilen cevaplar, kabaca, bütün âlemin bir maksatla var edildiği, olup bitenin de âlemi var edenin/edenlerin planlarının bir neticesi olduğu şemasına yerleştirildi. Başımıza genellikle kötü şeyler geldiğinden de (belki daha doğrusu, genellikle başımıza kötü şeyler geldiğinde kafamıza sorular üşüştüğünden de), kaprisli, kendisini/kendilerini öfkelendirmememiz gereken, gönlünü/gönüllerini hoş tutmamız gereken, bu amaçla mesela aramızdan birilerini kurban etmemiz uygun olabilecek Tanrıları oldu insanların.
Komploculuk, on binlerce yıllık tarihi olan bu kestirmeci, otomatik vitese takılı kafaların marifeti. Sadece Olympos tanrılarının yerini, bir takım gizli servisler aldı, o kadar.
***
“Bilmem hangi tanrıyı kızdırmamamız lazım, bu yüzden şu kadar insan kurban etmemiz gerekiyor” diyerek, aslında kendi muhtemel rakiplerini adice tasfiye etmeyi meşrulaştıran bir sınıf zuhur etti o süreçte. Eğer sosyal grup dinamiklerini biliyorsanız, o sınıfın zuhur etmesi sizi şaşırtmaz, etmemesi şaşırtır.
“Oh, tamam, rahipler icabını yerine getiriyor, Tanrı bize zulmetmeyecek” diye rahatlayan yığınlar işlerine, güçlerine bakarlar. Eh, verilen kurbanların yatıştırdığı herhangi bir özne mevcut olmadığından, deprem olacaksa olacak, yangın çıkacaksa çıkacaktır. Ama “artık emniyetteyiz” diye hissedip işini gücünü gerçekleştiren toplumlar, “ya deprem olursa” diye kaygıdan felce uğramış olanlara kıyasla daha verimli olduklarından, genelde işler, kurban verenlerin lehine işler. Eğer sosyal psikoloji biliyorsanız, öyle olmasının şaşırtıcı olmadığını da bilirsiniz. Aksi olsaydı şaşırırdınız.
Ama…
Ne kadar kurban verilse de, deprem olur, tarlaları sel basar. Ahalinin aklına muhtelif şüpheler düşer. Dolayısıyla “filancayı kurban verince işler yolunda gidecek” diyenler için, işlerin sahiden de yolunda gitmesi ehemmiyet taşır. Onlar size “tanrılar kurban istiyor” derken, bir yandan da “ulan neden deprem oluyor, neden sel basıyor” filan diye kafa yorarlar.
Din denen şeyin nasıl ve nereden, bilim denen şeyin nasıl ve nereden zuhur ettiğini özetleyebildim umarım. Birisi bizim, olup biten hakkındaki mevcut bilgimiz çerçevesinde, o bilgi sanki evrensel bilginin tamamıymış gibi davranarak, kendimizi yatıştırmamız, devasa travmaları atlatıp gündelik hayatımızı sürdürebilmemiz için gereken —en azından bu işi başarıyla yerine getiren— bilgi. Diğeri ise, bizi yatıştırması amacıyla kendi içimizden yarattığımız bir sınıfın —sahip olduğu imtiyazlı pozisyonu sürdürebilmek amacıyla— âlemi sahiden de kontrol etme güdüsünden kaynaklanan, dolayısıyla da kesin kontrol hiç sağlanamadığından durmaksızın genişleyip duran bir bilgi.
Böyle bakarsanız, din komplocudur. Klişe deyişle “kararsızlık yanlış karardan daha kötü” olduğundan, her daim eksik bilgiyle karar vermek durumunda olan insanların, bilgi eksikliğini, bir kastı olan öznelerle kapatması, teknik olarak işe yarar. “Şunu da öğreneyim de öyle karar vereyim” diye beklemez, “ulan hep şu herifin yüzünden” der, yola devam edersiniz. Ama o bilgi doğru değildir, işe yarar.
Din komplocudur ve işe yarar.
“Ay biz aydınlık yarınlar için din yerine bilimi, sanatı koyacağız” filan diye gevelemenin manası yok. Çünkü dinin yerini doldurmazsınız. Onun yerini bilimle doldurmaya kalktığınızda, bilimi din haline getirmiş olursunuz. Aydınlanma Aklının yaptığı tam da bu.
Osmanlı’nın kalıntıları arasında, yeni dinin imtiyazlarını iptal ettiği Kadir Mısıroğlu türünden mahlûkat, “biz aslında dimdik duruyorduk, birileri bir komplo kurdu bizi yıktı” diye bir masal imal ettiler. Bir komplo. Kemal ve arkadaşlarını da bu komploda, komplocuların kullandığı maşalar olarak tarif ettiler. Kimine göre onlar bu işi bile isteye yapmışlardı, kimilerine göre aldatılmışlardı —ama hepsinin ortak paydası, sapasağlam Osmanlı’nın bir sabah ansızın ölüvermiş olmasıydı. Her şeyi dosdoğru yapan Osmanlı’nın ölümü beklenmeyecek bir şey olduğuna göre, bir açıklama lazımdı. Demek ki kötü niyetli hain düşmanlar onu zehirlemiş filan olmalıydı.
Bu akıl (?) yürütmenin bir küçük defosu var: Osmanlı’nın ölümü öyle bir sabah ansızın olmadı ve beklenmedik bir şey değildi. Ama yukarıdan beri söylemeye çalıştığım gibi, dindar yığınlar için bu tür defolar çok da ehemmiyet taşımaz. Yenilmişiz, yeniliyoruz, dünyanın efendisi iken paryası haline düşmüşüz, bir şeyler yapmamız lazım. “Söyleyin, yapalım.”
Dindar yığınlar için böyle —anlaşılmaz ve saygıdeğer olmayan hiçbir hal yok. Mesele, o dindar yığınları bilim sopasıyla dövmeye kalkmış olanlardan kaynaklanıyor. Çünkü onlar, başarısız olduklarını görmezden geldiler. Artık rahipler onlardı, rakiplerini kurban verme imtiyazı onlardaydı. Başarısız oldukça yeni kurbanları yatırdılar sunağa. Daha kötüsü, muhtemelen ta eski Mısır’dan bu yana rakiplerini kurban ederek ritüeli yerine getirdikten sonra “ulan deprem neden oluyor, bilsek de önlesek” diye kafa yoran rahiplerin aksine, herhangi bir şeye kafa yormadılar. Hazır, otomatik cevapları vardı. Ahali dindardı, Kürtler isyancıydı, Batılılar karşıdevrimcileri Cumhuriyetin başına musallat ediyordu ve saire…
***
Yerli ve yabancı gizli servisler var. Gizli saklı, hemen hepsi çirkin, bir yığın iş işliyorlar. Ama zaten bu amaçla kurulmuşlar ve ne mevcudiyetlerini ve ne de amaçlarını saklıyor değiller.
Ama onlar tanrı değiller. Her biri sahadaki oyunculardan biri ve sahada bir oyun oynanıyor. Oyunun kuralları var. Yani her oyuncunun neleri yapıp neleri yapamayacağı konusundaki “oyun kuralları”ndan söz etmiyorum, mesela —yukarıda sözünü ettiğim— sosyal grup dinamikleri, sosyal psikoloji filan gibi kurallar var. Âlem kaprisli bir tanrının eğlenmek için var ettiği bir şey değil.
İnsanlık, “neden deprem oluyor, neden rahipler benden daha imtiyazlı” gibi sorulara cevap veremediği için, dünyanın böyle olmasını her nedense murad eden bir takım özneler imal etti. Sonra o özneleri bire indirdi. Ama bu uzun süreçte, neden deprem olduğunu öğrendi. Artık depremin ne zaman olacağını bilmiyor. Neden bazılarının diğerlerinden daha imtiyazlı olduğunu da öğrendi —sosyal grup dinamikleri var. Ama bu defa da sosyal grup dinamikleri neden var, neden tam da olduğu gibi var, bunları bilmiyoruz.
İslam, kendisinden önceki dinlerin bir türevi olarak doğdu ama onların tarif ettiğinden —mahiyet olarak olmasa da ölçü olarak— farklı bir dünya tarif etti. Birkaç çok ciddi farkı olduğunu düşünüyorum. Biri şu: Âlem düzenlidir —yani kuralları vardır— ve âlemi var eden Allah kaprisli, kötü bir özne olmadığı, aksine merhametli bir özne olduğu için âlemi öyle —kurallı ve düzenli olarak— var etmiştir.
Yani?
Yanisi şu ki, eğer o kuralları öğrenmeye çalışırsanız, öğrenebilirsiniz. Zaman alabilir, siz çabalamaya başlarsınız torununuz öğrenir belki, ama öğrenilir.
Bu kavramlaştırma, aslında, çok güçlü bir motif olarak Hıristiyanlıkta da varmış gibi görünüyor. Romalılar Hıristiyanlığı kabul edip biçimsizleştirene kadar da müessir olmuş gibi… Buna bağlı bir başka husus daha var ki, o da Hıristiyanlıkta da var olsa da, Vatikan tarafından iptal edilmiş: Âlemin düzenini keşfetmek işi bir ruhban sınıfının tekelinde değildir, isteyen herkes öğrenebilir ve öğrenmek isteyen makbuldür.
Anlaşılan her şey benzer hayaller ve prensiplerle başlıyor. Dünyanın daha yaşanır kılınabileceği inancı ve ümidiyle, dünyayı daha yaşanır kılma iddiasıyla ve isteyen herkesin bu ihalede hisse alabileceği düzenlemeleriyle… Sonra, sahiden de işler, kısa süre önce hayal bile edilemeyecek kadar iyiye gidiyor. Herkes bir biçimde katılıyor ve faydalanıyor. Derken birileri çıkıyor, “siz bilmezsiniz, o başınıza gelen fenalık var ya, filancanın yüzünden” deyip, kestirme cevaplarla sahne almaya başlıyor. O filancayı kurban verirsek…
***
Bizden misallerle kafa bulandırmayayım. Koru’nun sözünü ettiği Barcelona saldırısı üzerinden derdimi anlatmaya çalışayım.
Barcelona’da adamın biri, bir kamyonla kalabalığın arasına dalmış, 13 kişinin ölümüne, 130 kişinin ise yaralanmasına yol açmıştı. Adamın IŞİD üyesi olduğu söylenmişti. Sonradan anlaşıldı ki, adam, IŞİD hakkında İspanyol gizli servisine bilgi sağlayan biriydi. Bir İspanyol ajanı yani… En azından İspanyol gizli servisi, adamın kendilerinin ajanı olduğunu zannediyordu.
Anlaşılmaz bir şey var mı?
Diyelim ki adam eylemi, IŞİD adına değil de Katalan ayrılıkçılığını sabote etmek isteyen İspanyol gizli servisi adına yaptı. Anlaşılmaz bir şey var mı? Veya İspanyol gizli servisini “ben sizin adamınızım” diye aldatıp, Barcelona’yı kan gölüne çevirdi. Anlaşılmaz bir şey var mı? Herkes, her durumda, kendisinden beklenebilecek, beklenmesi gereken şeyi yapmış oluyor.
Katalan bağımsızlığı talebi İspanyol gizli servisinin veya İspanya düşmanı ülkelerin gizli servislerinin marifeti değil. İspanya’nın başa dert olmasından endişe eden rakipleri varsa, onlar ayrılıkçıları el altından desteklemişlerdir, destekliyorlardır. Ama hepsi o kadar.
IŞİD denen şey de İspanyol gizli servisinin marifeti değil.
Görünen o ki İspanyol gizli servisi, hiçbirini kendisinin yapmadığı malzemeden bir yemek yapmaya çalışmış/çalışıyor. Tıpkı sofraya damak tadınıza uygun bir yemek yapmaya kalkan aşçı gibi. Domates onun eseri değil, biber onun eseri değil, et onun eseri değil. Yapımında bizim neredeyse hiç rolümüz olmayan bir yığın unsurun arasında, kimilerinden sakınmaya çalışarak, kimilerini kullanarak, kendi menfaatimizi maksimize edebilecek şekilde yol almaya çalışıyoruz. Başarıyoruz, başaramıyoruz. Kimi aşçı ötekinden daha lezzetli yemekler yapıyor, filan.
IŞİD İspanyol icadı değil —“ama Amerikan icadı” dediğinizi duyar gibiyim. Ee? Amerikalılar İslam dünyasındaki huzursuzluğu kullanmaya çalışıyorlar, onu yok saymak veya bir fena öznenin önlerine çıkardığı bir engel saymak yerine…
İslam dünyasında huzursuzluk var mı? Var. Olması anlaşılmaz bir hal mi? Değil. Eh, birileri o huzursuzluğa Fransız kalmıyor, “Ortadoğu bataklığına saplanmayalım” filan türü tuhaf fanteziler kurmuyor demek ki.
Sen de kurma kardeşim.
Bir vakit bir hayal kurup, sonra da onu hayata geçirmiş olan Ata’nın her lafına hadis, her yaptığına sünnet muamelesi yapıp üstüne düşeni yapmış biri edasıyla huzura ereceğine… “Bilim de bilim” lafları edip sonra da dünyanın kaprisli tanrıların oyun alanı olduğu zannını imal edeceğine…
Dünya doğuruyor.
Bizimkiler “ulan dünyayı kim iğfal etti” sorusundan, “ulan bu sancılar çekilir gibi değil, kimin marifeti” sorusuna, “doğan çocuk bizim mirastaki zaten düşük olan hissemizi daha da düşürecek, doğurtmayalım” kafasına kadar muhtelif zırvalıklarla iştigal ediyorlar.
Sonra?
“Ulan Zarrab neden böyle yaptı?”