Korkak
1990’ların ortalarında, bir siyasi araştırmaya, sırf meraktan, bir soru eklemiştim. Deneklerin, Türklerin tarihinde gurur duydukları, asker veya siyasetçi olmayan üç isim söylemelerini istemiştim. Hemen hemen bütün sosyo-politik kesimleri kat eden beş isim öne çıkmıştı: Mevlana, Yunus Emre, Hacıbektaş, Sinan ve Karacaoğlan.
Mevlana, Yunus ve Hacıbektaş’ın çağdaş olduklarını 18-19 yaşlarımda fark etmiştim. “Var bu işte bir iş” diyerek, dönemin tarihine dair bir şeyler bulup okumaya çalıştım. Dişe dokunur bir tek Türkçe kitap, hatta makale bulamadım. “Yoktur” demiyorum ama ben bulamadım. Bulabildiğim kaynaklar da, bildiğiniz hamaset ve klişelerle örülmüş, kafamdaki “ne işi var bu üç zirvenin hepsinin aynı yüzyılda” sorusuna teğet bile geçmeyen şeylerdi.
Sonra, ümitsizliğin zoruyla, soruyu rafa kaldırmıştım ki, yukarıda sözünü ettiğim araştırma neticeleri önüme geldi. Türkiye’nin o dönemde üzerinde en yaygın mutabakat sağladığı beş isimden dördü aynı dönemde yaşamış insanlardı. Bir heves, bir daha sorumun peşine düştüm. Bu defa mesela, şimdi adını hatırlamadığım bir Rus tarihçinin kitaplarına bile eriştim. Ama yine manalı bir analizle karşılaşmadım. Zihnimin sakinleşebilmesi için, bu bilmeceye bir çözüm yakıştırmam gerektiğini hissediyordum.
Yakıştırdım.
Dönem, Anadolu’da uzun süre yaşanan en derin otorite boşluğu dönemiydi. Öncesinde Bizans’ın, sonrasında ise Osmanoğullarının uzun süreli hâkimiyet dönemleri vardı ama 13. Yüzyıl tam arada kalıyordu.
Yakıştırdığım çözüm, öyle boşlukta zuhur etmiş bir çözüm değildi. Kaosçular sayesinde düzen kavrayışım değişmiş, düzen denen şeye bakışım farklılaşmıştı. Dünyaya bir mühendis gözlüğüyle değil, bir evrimci gözlüğüyle bakmaya başlamıştım. Daha önce tehdit olarak gördüğüm şeylere minnet duymayı öğrenmiştim. Ve saire… Böyle bir perspektiften bakınca, otorite vasıtasıyla tesis edilmiş düzenlerin yokluğu, artık korkulacak bir şey olmaktan çıkıyor, heyecan verici bir şey halini alıyordu. 13. Yüzyıl da tam böyle, heyecan verici bir dönemdi.
13. Yüzyıl gibi dönemler için kullanılabilecek en güzel sıfat, muhtemelen, doğurgan sıfatıdır. Avrupa’nın 17. Yüzyılı da müthiş doğurgan bir dönemdi. Ve dünyanın 20. Yüzyılı da öyle…
Doğum, sancılı ve riskli bir vaka.
***
Güya iyi eğitim almış bir grubun iletişim ortamında bir gün biri Mevlana hakkında bir tartışma başlattı. Amerika’da yaşayan, kendine sorsanız putkırıcı olduğunu iddia eden zevzeğin biri, Mevlana’nın eşcinsel olduğu üzerine sayfalarca döşendi. Her vakit yaptığı gibi, malumatfuruşluğunu “siz anlamazsınız, ben bu mevzuları da çok iyi bilirim” edalarıyla herkesin üzerine boca ettiği yazısının her yerinden, gürül gürül homofobi kaynıyordu. Çağdaş, vizyoner, ufuk açıcı putkırıcımız için eşcinsel olmak, topyekûn reddedilmek için kâfiydi. Görüldü ki, o platformda yazışan pek çok kişi için de durum buydu.
Ama herkes için değil…
Birileri, Mevlana ile ilgili tartışılan mevzuların bambaşka şeyler olduğunu, onun eşcinselliğinin —eğer Mevlana’nın düşüncesini veya etkisini konuşacaksak— en azından münasebetsiz olduğunu söyledi. Katılanlar, destekleyenler oldu. Putkırıcımız, bunun üzerine, yine uzun bir yazı döşenip, Mevlana’nın aslında Ermeni olduğunu iddia etti.
Son nokta…
Bir profesör arkadaşım anlatmıştı, bir jüride görevlidir. Tezde sık sık Avicenna adı geçmektedir. Jüri sırasında adaya Avicenna’nın bizim İbn-i Sina olarak bildiğimiz kişi olduğunu bilip bilmediğini sorar. Aday bilmiyordur ve mahcup olur. Arkadaşımın teşhisine kalırsa, mahcubiyet Avicenna’nın İbn-i Sina olduğunu bilmemekten çok, İbn-i Sina’ya referans verip durmuş olmaktan kaynaklanmaktadır. Yine arkadaşımın iddiasına göre, üstelik, jürideki diğer profesörler de bilmezler Avicenna’nın İbn-i Sina olduğunu…
Türkiye, kendi seçkinlerinin Mevlana’yı eşcinsel diye yargılayıp imha edeceği, Avicenna adıyla saygı duyduğu adamın İbn-i Sina olduğunu duyunca onunla aynı çerçevede görünmekten mahcup olacağı hale nasıl geldi, bir fikrim yok. Ama öyle bir Türkiye’de büyüdüm. Türkiye’nin o hallerine itiraz ede ede büyüdüm. Türkiye’nin o hallerine itiraz ediyor olmak yüzünden manasız biçimlerde etiketlenerek büyüdüm, yaşadım. Yukarıda verdiğim misaller sadece basit misaller. Yoksa, içinde büyüdüğüm mahallede, Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya dair her şeyden duyulan tiksinti, elle tutulacak kadar yoğundu.
Bu haletiruhiyenin inşasında Cumhuriyet’in ne kadar hissesi var, ne kadarının tohumları Tanzimat’tan öncesine gider, ne kadarı Tanzimat’la birlikte boy verdi, bilmiyorum. Ama Cumhuriyet’in bu haletiruhiyeyi beslediğine bizzat şahidim. Yoksul bahçıvanın oğluyken zengin konağa damat gitmiş, ailesine mensup herhangi birini görünce aslını hatırlayan, bu hatıralardan da fevkalade acı çeken, dolayısıyla hayatını hısım akrabasını görmemek üzere tasarlayan biri gibiydi Cumhuriyet. Hoş değildi.
Hoş değildi, evet.
Ama…
Bütün mesuliyeti Cumhuriyet’in sırtına yıkmanın da manası yok. Cumhuriyet’ten önce de Mevlana’nın, Yunus’un, Hacıbektaş-ı Veli’nin, İbn-i Sina’ın, İbn-i Haldun’un ve daha bir yığın kıymetli insanın miraslarına değer verildiğine dair bir işaret yok. Hemen her biri, yüzlerce yıl boyunca, üzerlerine bir şey inşa edilmesi yasak olan kabirler halinde muhafaza edilmiş. Sözleri —tehlikeli olabilecek olanları ayıklandıktan sonra— ezberlenmiş ve tekrarlanmış. O kadar. Öyle görünüyor.
Böyle bakınca, Cumhuriyet’in hatta, onların üzerine birkaç kat çıkmaya teşebbüs ettiği bile söylenebilir. Öyle projeler var en azından.
Dolayısıyla mesele, bence, Osmanlı veya Cumhuriyet meselesi değil. Mesele, aşırı güçlü merkezi otoritelerin mevcudiyeti meselesi. İşbu aşırı güçlü otoriteler de, her nedense, sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde, her küçük çatlaktan da korkacak kadar zavallı oluyorlar. Gücü ne kadar temerküz ederlerse, o kadar kırılgan ve dolayısıyla da o kadar korkak. Gezi parkında toplaşan gençlerden korkuyorsunuz önce, sonra birkaç yıl geçmeden, açlık grevi yapan iki vatandaştan korkacak kadar alçalıyorsunuz. Mezarlığın yanından geçerken ıslık çalanların sahte kabadayılıklarından da vaz geçmiyor, gelene gidene atarlanıyor, kongrelerde her yanınız sizin dağıttığınız ulufeleri üleşenlerle doluyken gürlüyorsunuz filan ama…
Korkak herifin birisin işte.
Gücü konsantre ettikçe korkun arttı. Bundan sonra her gün, daha da çok korkacak, korkun büyüdükçe daha çok can yakacaksın ama korkağın birisin. Senin etrafında kümelenen, o bakan görünümlü, vekil görünümlü, genel müdür görünümlü, müteahhit görünümlü filan kalabalıkları teşkil edenlerin her biri kadar korkak… Sen bize zulmedebilirsin ama korkundan kurtulmana yetmeyecek hiçbir şey.
Neyse…
Neticede geldiğimiz noktada, yoksul bahçıvanın torunu, konağa damat gitmiş ve kendisine devasa konağı miras bırakmış babasından utanıp… Biliyorsunuz işte. Köyüne dönmeye filan da kalkmıyor ha. Dedesini hiç görmemiş, ne yapar ederdi, ne yer içerdi, ne derdi zerre kadar bilgisi yok, romantik zırvalıkları orta yere döküp duruyor. O kadar.
***
Bağlayayım…
İki yanlıştan bir doğru çıkması olmayacak iş değil —birkaç gün önce yazdım, Fenerbahçe’nin Euroleague şampiyonluğu öyle oldu mesela. Dolayısıyla Cumhuriyet’in babasından utanması ile Cumhuriyet çocuklarının Cumhuriyet’ten utanması gibi iki yanlıştan da bir doğru çıkabilirdi. Eğer şimdi birden İbn-i Haldun’a güzellemeler düzmeye ihtiyaç duyan mahlûkat, İbn-i Haldun’u, Mevlana’yı, Yunus’u, Hacıbektaş-ı Veli’yi filan anlamaya çalışanlardan korkmasaydı. Ama öyle yapmadılar, yapmıyorlar. Auguste Comte’un münasebetsiz özelliklerini gündeme taşıyıp, çıtayı düşürmeyi tercih ediyorlar. Bununla tatmin ettikleri yığınların desteğiyle gücü merkezileştirip, korkularını yatıştırabilecekleri ümidiyle…
İki yanlıştan bir doğru çıkabilir. Ama ortada sadece bir yanlış var. Hep aynı yanlış. Gücü aşırı merkezileştirme yanlışı…
Aşağılık kompleksleriyle malul bir özneden çok şey beklemek olacak iş değil. Korkusu kendisini felç etmiş bir özneden de…
Dünyanın gebe olduğu bir döneme denk gelmeseydi, belki de o kadar dert olmayabilirdi. Ama dünya gebe. Doğuracak. Doğum sancılı ve riskli bir iş. Gölgesinden korkan vasıfsız bir zibidinin ve o zibidi kendisini emniyette hissetsin diye teşkil edilmiş vasıfsızlar çetesinin göze alabilecekleri bir şey değil. “Ne yapacaksınız doğurup, biz size İbn-i Haldun verelim, denenmiş, risksiz” demeler bu yüzden.
Dünya doğuracak ve o doğumda Türkiye’nin hiç hissesi yok. Yani Türkiye’nin istikbali yok.
Size bir istikbal ümidi veremem ama bir avuntu… O olabilir. Bu memleketin servetlerini, şehirlerini, tarihini, inancını, iddiasını, ümitlerini, hayallerini, neyi varsa her şeyini çalan bu vasıfsız heyet, sizin onlardan korktuğunuzdan daha çok korkuyor sizden. Daha da çok korkacaklar. Çünkü sizin, bizim aramızdan İbn-i Haldunlar, Mevlanalar, Yunuslar çıkma ihtimalini, yani istikbalimizi çaldılar ve eninde sonunda hesap gününün yaklaştığını hissediyorlar.