Korku Filmi

Hırsız var.

Olmasın. Hiç hırsız olmasın. Bir şeyler yapalım, kimse hırsızlık yapamasın.

Bir şeyler? Mesela neler?

Sayısız alternatif program sayılabilir —ve bence sayılıyor da…

***

Daha önce başka biçimlerde, başka kelimelerle söyledim, bence insanlığın en ciddi meselelerinden biri, hırsızlığın —daha genelde kötülüğün— kategorik olarak ortadan kaldırılabileceği varsayımından kaynaklanıyor.

Hırsızlık kötüyse, daha az hırsızlık daha az kötü, hiç hırsızlık ise en iyi. O halde hepimiz, tabii olarak, hiç hırsızlık özlüyor olmalıyız. O halde her birimizin hırsızlığın ortadan kaldırılması konusunda bir programı olabilir —ve olmalı. En azından programlardan birine destek olmalı. Eğer hırsızlık ortadan kaldırılamıyorsa, bir yerlerde birilerinin komplosudur.

Filan…

Böyle doğurup duruyor bahsettiğim varsayım.

***

Hırsız var. Şurada şunu çalarken yakaladık. Demek ki başka yerde başka bir şeyi de çalabilir. Çalmıştır. Dün kaybolan filancayı da o çalmıştır. Nereden biliyoruz? Çünkü hırsız o. Nereden biliyoruz? Hırsızlık yaparken yakaladık. İyi ama dün birlikteydik, çalabilecekken çalmadı. Önceki gün de birlikteydik. Çalmadı. Çalabilecekken çalmamış olduğu sayısız vaka onu hırsız değil yapmıyor da, bir defa çalması nasıl olup da hırsız yapıyor?

Şu hususta mutabık kalabiliriz, hırsız ve hırsız değil kategorileri simetrik değil. Ama düzlemsel de değil —bu mevzuları gerekirse ayrıca konuşuruz, uzatmayayım. Ama şunu söylemek gerekiyor: Hırsızlık, sınırları belirgin bir biçimde çizilebilir bir şey değil ve hatta mesela bir cep telefonunu çalarken suçüstü yaptığımız biri bile hırsız olmayabilir. Belki de kendi telefonu zannetmiştir mesela.

Özellikle sosyal medyada ve günümüzün medya taklidi şeylerinde bu tür bulanıklıklara hiç yer kalmıyor. Bu yüzden arada işaret edeyim dedim, yoksa derdim başka.

***

Hırsızlık var. Demek ki hırsız var. Bu tür bir çıkarsama da problemli ama onu da geçelim.

“Hiç hırsız olmasın, böylelikle de hiç hırsızlık olmasın” demekten başka bir program da mümkün. “Evime hırsız girmesin, bir kasa yaptırayım da girerse hanımın mücevherlerini çalamasın” demek de bir yol. Ve genel olarak, tarih boyunca müracaat edilen yol bu. Sizin de pratikte yaptığınız şey bu. Burada bir mesele yok.

Ama konuşmaya başlayınca…

Bir hatırayla derdimi anlatayım. 1990’ların bir yerinde YÖK, üniversitelere, mealen “başörtülü kızları derslere almayın” diyen bir genelge yolladı. Her birimize sarı zarflar içinde iletilen genelge, yanlış hatırlamıyorsam, “aksi halde başınıza gelene katlanmak zorunda kalırsınız” benzeri bir tehdidi de ihtiva ediyordu.

Genelgeyi umursamadım ve başörtülü kızlara ilişmedim. Birkaç kişi daha öyle yaptı. O arada bir bölüm toplantısı oldu ve toplantıda bu mesele gündeme geldi. Dışarıdan ders veren bir doçent, tiksinir bir edayla iki elini kulaklarına birer bariyer gibi götürdü ve “beyinlerine bilgi gitmiyor” filan türü bir laf etti. Başörtüsü, genç kızların, o müthiş bilim adamının derin bilgilerini öğrenmelerine mani oluyordu yani.

Çok öfkelendim. Çocukluğumun geçtiği mahallede büyümüş, ailesini tanıdığım biriydi. Ailesinin bütün kadınlarının başları örtülüydü. Bunu hatırlatıp verdim veriştirdim.

Benzeri bir tutumla defalarca karşılaştım. “Yahu benim kayınvalidemin de başı örtülü, namazında niyazında ama bunlar gibi değil” filan gibi. Yani kendi eviniz bahse konu olduğunda başka, âlem hakkında konuşurken başka…

Neden?

Çünkü kayınvalidenizi ortadan kaldıramayacağınızı biliyorsunuz ama başörtüsünü kaldırabilirsiniz gibi bir zan var.

Metafor öyle denk geldi, başörtüsü bir kötülük oldu. Olsun. Çünkü öte tarafta bir fark yok —muş. “Bizim gelin de kısacık etekler giyiyor” dedikten hemen sonra, “ama ahlak, gelenek, kışkırtıcılık” filan gibi laf kalabalığının ardından dekolte giyimi ortadan kaldırma hevesi dile getiriliyor.

Burada da fazla oyalanmadan zıplayayım.

“Hırsızlardan kendimizi koruyalım” demek ile “hırsızlık yapılamasın” arasındaki farkı ortadan kaldıran şeyin Aydınlanma aklı olduğunu, ancak Platonik bir dünya tasavvuru içinde mümkün bir tutum olduğunu düşünüyordum. Hâlâ da öyle düşünüyorum. 1990’larda memleketin okumuş çocukları, laikçileri Aydınlanmacıydı. Şimdi herkes öyle oldu.

“Eh, eşitlendiler” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Çünkü Aydınlanma aklı, bir biçimde dünyayı düzleyen bir akıldır. Tuhaftır, hatalıdır ama tutarlıdır. İslam gibi bir referansa yaslanarak Aydınlanmacılık yapmaya kalktığınızda… Ortada İslam kalmaz. Tuhaflık ve hatalılık baki kalır. İlaveten tutarlılık da buharlaşır.

Neyse…

Başlarken derdim bunlar da değildi.

***

Aydınlanmacı değilim. Ömrümün çok uzun bir bölümü Aydınlanma aklının eleştirisiyle geçti.

Yani?

Yani “hırsızlık olacak, hırsızlık ihtimalini ortadan kaldırmaya kalktığınızda hırsızlığın yol açtığı hasardan çok daha büyüğüne yol açarsınız” deyip duruyorum. Bu dediğim, “hırsızlık serbest olsun” manasına gelmez — nüanslara hassas herhangi bir zihin için bir problem olduğunu zannetmiyorum.

Hırsızlığa, herkes kadar karşıyım. Hırsızın yakalanamamasını, sosyal düzen için ciddi bir tehdit olarak görüyorum.

Anlaştık mı?

Hırsızlığa kategorik olarak karşı olmadan hırsızlıkla mücadele etmeye destek vermek kabildir. İki ayrı katmandan söz ediyoruz.

Ve katmanlar sadece iki de değil.

(a) Bir toplumda hırsızlar olabilir. (b) Toplumun öyle düzeni olabilir ki, hırsızlar yakalanamayabilir. Bir üçüncü katmanda hırsızlar toplumun belli başlı, saygıdeğer pozisyonlarına gelebilir. İkinci ve üçüncü katman arasındaki fark aşikâr değil mi? Bir toplumda bildiğiniz hırsızlar olabilir. Bir başkasında, mesela Mimarlar Odası Başkanlığı veya filanca kulüp başkanlığı, veya falanca üniversite rektörlüğü, hırsızlık için kullanılır olabilir.

İkinci katmandan üçüncüye geçerken büyük bir sıçrama gerçekleştirdik. Hırsızlık sınıf atladı.

Ama…

Asıl büyük sıçrama şimdi geliyor. Filanca başkanlığı ele geçiren, işler rayından çıktığında “hırsız var” diye bağırabilir. Bu ciddi bir sıçrama gerektiriyor, çünkü hırsızın hırsız olmak sebebiyle duyacağını varsaydığımız tabii mahcubiyet, suçluluk duygusu ortadan kalkmış olmalı. Bir nevi devrim.

Ve katmanlar burada da bitmiyor.

Filanca odanın başkanı olup, oturduğu koltuğun sağladığı imkânlarla hırsızlık yapan ve “bir yerlerde bir soygun oldu galiba” duygusu oluştuğunda “hırsız var” diye bağıran mahlûk, kendisinin suçlu değil de mağdur olduğuna başkalarını inandırabilir. Aradaki fark anlaşılıyordur herhalde. Birinde utanmasını yitirmiş, çaresiz —ve muhtemelen ümitsiz— bir biçimde, can havliyle “hırsız var” diye bağrışan bir hırsız var. İkincisinde hırsız için ümitsizlik filan yok. Her şey kontrol altında.

Bir sonraki katmanda, “hırsız var” diye bağıran hırsız, hırsızlıkla alakası olmayan birilerini yakalatıyor olabilir. Burada da ciddi bir sıçrama gerçekleştirdiğimizin herhalde farkındasınız. Suçsuz biri suçlu olarak yakalanıp derdest edildiğinde, artık suçlu aranması ihtiyacı ortadan kalkar. Dolayısıyla hırsızın yakalanma ihtimali de çok zayıflar. Tesadüflere kalır.

***

Erdoğan ve çetesinin serencamı, bence, bütün bu katmanları birer birer geçti.

Sevmediği, beğenmediği bir şeyleri kategorik olarak imkânsızlaştırmadan rahata ermeyecek birileri, kastettikleri şeyleri olmasa da gündelik hayatı imkânsızlaştırdı. Dahası, memleketin bütün koltukları daha önce aşırı güçlendirilmiş ve dolayısıyla denetlenemez hale getirildiğinden, zaten o koltuklara oturanların her türlü hırsızlığı yapabileceği bir düzen tesis edilmişti. Ve dahası, zaten o koltuklarda oturanlar, daha önce de hem kelimenin gerçek manasında hem de metaforik olarak her türlü hırsızlığı yapıyorlardı. Yani çalıyorlardı ve fazladan birilerine —mesela başörtülülere, Kürtlere, gayrimüslimlere, Alevilere, falana, filana— hayatı keyfi olarak zorlaştırabiliyorlardı. Yakalanamamaları da garanti altına alınmıştı.

İlk üç kademe hazırdı yani.

Erdoğan ve parti görünümlü çetesi, bu düzenden müşteki olanların sırtlamasıyla iktidara geldi. Önce hırsızlık yaptılar. Yakalanmamak ümidiyle… Yakalandılar. Küçük bir sendelemeden sonra hırsızlıktan utanmaktan caydılar. “Hırsız var” diye bağırmaya başladılar. Dediklerine inandırmak için gereken kanalları daha önce inşa etmişlerdi, inandırdılar. Ve sonra birilerini içeri atmaya başladılar.

Buradan sonra?

Ne olur bilemiyorum. Zaten bir önceki safhada da sonra ne olacağını bilemiyordum. Utanma duygusunun ortadan kalktığını fak ettiğim andan itibaren bende ip koptu. Onsuz olunabileceğine ihtimal vermediğimden olsa gerek… O gün bugündür, memleketi heyecanlı bir korku filmi gibi seyrediyorum.

Yazdığım yazının başından bir alıntı yapayım:

Hırsızlık kötüyse, daha az hırsızlık daha az kötü, hiç hırsızlık ise en iyi. O halde hepimiz, tabii olarak, hiç hırsızlık özlüyor olmalıyız. O halde her birimizin hırsızlığın ortadan kaldırılması konusunda bir programı olabilir —ve olmalı. En azından programlardan birine destek olmalı. Eğer hırsızlık ortadan kaldırılamıyorsa, bir yerlerde birilerinin komplosudur.

Filan…

Böyle doğurup duruyor bahsettiğim varsayım.

Başımıza gelen her şeyde sözünü ettiğim varsayımın da hissesi olduğunu düşünüyorum ve o doğurup duruyor. Yeni nesil torunu nasıl bir şey olacak, bir fikrim yok.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin