Korku ve Tiksinti
Daha önce demiş olmalıyım…
Mitoz bölünme vasıtasıyla hücreler tıpatıp kendilerinin kopyalarını yapar. Mesela her insan macerasına, döllenmiş bir yumurta olarak, bir tek hücre olarak başlar. O hücre mitoz bölünme yoluyla kendisini kopyalar. Sonra onlar bir daha bölünürler, bir daha, bir daha… Vücudunuzdaki hücreler böyle sayısız bölünmenin sonucu ve hâlâ bölünüp duruyorlar.
İyi de…
Hepsi birbirinin kopyası değil. Sinir hücreleriniz kas hücrelerinden, onlar kan hücrelerinden farklı. Nasıl oluyor da oluyor? Arada bir yerlerde, bölünen hücre tıpatıp kendisinin kopyasını yapmıyor, biraz farklılaşmış hücreler yapıyor. Sonra birkaç adım sonra bir daha, sonra bir daha…
Neden rutin yazılım bazı adımlarda değiştiriliyor da farklı olabilirlikleri olan, daha doğrusu olabilirlikleri sınırlandırılmış, artık herhangi bir hücre olamayacak, ancak bazı hücre tiplerinden biri olabilecek hücreler yapılıyor?
Bildiğim kadarıyla tam olarak bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz bir şey var, eğer öyle yapmasalardı, hücreler durmadan kendilerinin tıpatıp kopyalarını üretselerdi, her hücrenin bütün mümkün olabilirlikleri muhafaza etmesini sağlasalardı, biz olmayacaktık. Bir hücre yığını oluşacaktı ve o da çok büyüyemeden, besin kıtlığı yüzünden yok olup gidecekti.
Bunu biliyoruz.
Geçenlerde ölen Zygmunt Bauman, “biz, ‘ben’in çoğulu değildir” demişti. Öyle olsaydı, durmadan kendi kopyalarını yapan, aslına hep sadık kalan hücreler kalabalığı gibi, yok olup giderdik. Biz, Bauman’ın işaret ettiği gibi, her biri diğerinden çok farklı sosyal koordinatlara sahip ‘ben’lerden müteşekkil, karmaşık bir organizmayız. ‘Biz’ yerine neyi koyarsanız koyun…
Devam etmeden, buraya bir parantez açayım —ileride ihtiyacım olacak. Bauman’ın söylediği laf, her birimizin her gün sayısız defa gözlediği bir hal. Ama Bauman bu lafı söyleme ihtiyacı hissetti ve okuyanların çoğu da “sahi ya” dedi. Belki sizin aklınızdan da şimdi geçti o “sahi ya”. Neden? Bu işte bir tuhaflık yok mu? Bu kadar sıradan bir gerçekliğin dile getirilmesi neden etkileyici oluyor? Oluyor çünkü… Bana kalırsa, koordinatlarımızı ve istikametimizi belirlemek için etrafımıza değil, manasız bir kavram haritasına bakıyoruz.
Neyse…
Hücreleri bir diğerinden ve asıllarından farklılaşmaya iten, önlerindeki olabilirliklerin bir bölümünü terk etmeye sevk eden bir şey var. O ilk hücrede, kan hücresi, kas hücresi, sinir hücresi ve saire olma potansiyelinin hepsi varken, birkaç adım sonrakilerde artık daha sadeleşmiş olabilirlikler var ve yeterince adım sonra, artık bir kan hücresinin sadece kan hücresi olabilirliği var.
Bütün bunları, Gündüz Vassaf’ın içerideki Cumhuriyet çalışanlarına yazdığı mektup yeniden hatırlattı (http://www.diken.com.tr/gunduz-vassaftan-tutuklu-cumhuriyetcilere-mektup-diktatorlugun-tanimini-bilmiyoruz/). Şostakoviç’in hayatını anlatan kitaptan alıntılarla örülmüş mektup. Mesela Şostakoviç’in “Rejime karşı kahramanlık anlık mesele. İnatla sürdürülmesi gereken korkaklıksa çok zor. İnsanı her gün tüketen bir çaba. Korkaklığımın kâbusunu her gün yaşadığımdan, kurtuldukları için ölenlere hayrandım.” dediği iddia ediliyor.
Metinden hissettiğim ve beni alarma geçiren şey, Türkiye’deki mevcut ve her gün biraz daha şiddetlenip derinleşen zulme karşı başkaldırı manasına gelebilecek her hamlenin bir tür fedakârlık, —hatta Şostakoviç’in tabiriyle bir tür kahramanlık— olarak tarif edilmesi. İçeride olanların —hayatlarına katlanabilmeyi sürdürebilmek için— böyle bir tarife ihtiyaçları olabilir. Ama bu tarif, bence, gerçekliği yansıtmıyor. Zulme karşı olan ve bu yüzden de risk alanlar, bence, başka olabilirlikleri çoktan imkân dışına çıkmış olanlar. Başka şekilde davranmaları mümkün olmadığından öyle davranıyorlar.
Hepimiz korkuyoruz. Kimimiz —ve çoğumuz— Şostakoviç’in korktuğu gibi korkuyoruz. Ölümden, dışlanmaktan, acı çektirilmekten korkuyoruz. Kimimiz —Şostakoviçlerin korkularını imal eden iktidar sahipleri— kurduğumuz veya parçası olduğumuz düzenin yıkılmasından, bize hesap sorulmasından, söylediğimiz yalanların ne kadar dayanaksız olduğunu en iyi biz bildiğimizden ona dayanak olabilecek bir yenisini icat edemeyebileceğimizden, edemediğimiz anda bütün binanın tepemize çökeceğinden korkuyoruz.
Kimimiz ise, bu dünyada bize yer kalmamasından…
Bize?
Eğer bu ülke bir memeli bedeni gibi ise… Bu analoji uygun bir analoji ise… Bu ülkede mesela kan hücrelerine yer olmaması demek, ülkenin tamamının yok olması demek. Eh, Şostakoviç hikâyesinden de biliyoruz ki, Sovyet tecrübesi köylü bir toplumu uzay yarışına giren bir toplum haline getirdi. Ama o toplumdan geriye kalan, yeraltı zenginliklerini yağmalayarak hayatta kalmaya çalışan bir zavallılar yığını. Türkiye’nin, çözüldüğünde, parçaları dağıldığında hâlâ hayatta kalmasını meşrulaştırabilmesini sağlayacak yeraltı zenginlikleri yok. Daha mühimi, Rusya’nın aksine, korunaklı ve uzak bir merkezi yok —Türkiye zaten parçaları savrulmuş Osmanlı’nın o merkeziydi.
***
Dünya böyle…
Dünyaya gözlerini kapayıp elindeki kavram haritasına göre koordinat ve istikamet tayin ediyor olanlar, ‘biz’in ‘ben’in çoğulu olmadığını öğrenmek için Bauman’a filan muhtaçlar. Birçoğunun Bauman filan okumadığı malum. Dolayısıyla bilmiyorlar.
İnsanı kısa bir süreliğine de olsa şaşırtıyor olan, Bauman’ı size öğretmiş veya birlikte öğrendiğiniz birilerinin de bilmiyormuş gibi davranmaları. Onları, bu ahlaksız, bu adice, bu haysiyetsiz, bu ahmakça tezgâhın bir parçası olarak gördüğünüzde şaşırıyorsunuz. Ama şaşkınlığınız uzun sürmüyor. Her birinin aslında birer Şostakoviç olduğunu, kendilerinden tiksindiklerini, her akşam yatarken “böyle hayat olur mu” diye isyan ettiklerini ama her sabah kalkar kalkmaz “patron yeni ve binayı bir gün daha ayakta tutacak bir yalan icat edebildi mi acaba” diye merakla kulaklarını diktiklerini, mesela “cebinde silah bulunduran da, dolar bulunduran da…” gibi aşağılık teranelerden birini işittiklerinde… Bir gün daha…
İşte öyle. Hayat böyle.
Vassaf’ın mektubundan öğreniyoruz ki, Stalin, konser öncesinde kendisini ayakta alkışlayanları, alkışı ilk kesen olmayı kimse göze alamadığı için de Stalin el işaretiyle kesene kadar süren alkışa katılanları kimin örgütlediğini soruyor ve yeni bir imha dalgası başlıyor. Stalin de çok korkuyor yani. Alkışlanmaktan, kesintisiz bir biçimde, çok uzun süre alkışlanmaktan bile korkuyor. Bedeli ilk ödeyenler de, Stalin’den korkularına alkışı ilk kesen olmaktan korkanlar oluyor.
Dünya böyle.
***
Kendi hesabıma, çok korkuyorum. Hayatımda hiç korkmadığım kadar korkuyorum. “Vay başıma bir şey gelecek” diye korkmuyorum, içinde benim de nefes alabileceğim, bildiğim biricik olabilirliği sürdürebileceğim şartlar tamamen ortadan kalktı, ne yapacağımı bilmediğimden korkuyorum. Ölmekten değil, bu tiksindirici bünyenin bir parçası olarak yaşamak zorunda kalmaktan korkuyorum. Bauman’ı ve daha bir yığın şeyi birlikte okuduğumuz ve şimdi reisi alkışlamayı ilk kesen olmamak için canhıraş bir biçimde inanmadıkları hikâyeye yalan taşıyan tanışların daha da alçalmalarına şahit olmaktan korkuyorum. Daha bir yığın şeyden korkuyorum.
İşin aslı, böyle yaşamaktan tiksiniyorum.
Ama daha tiksindirici yanı da var. Yine de her sabah kalkıyorsam, yine de biraz daha yaşamak istiyorsam, mesela Mecliste, bir haftadır, zerresine inanmadıkları bir yığın yalanı, sırf adi bir adamın gözüne girebilmek için tekrarlayan, diğerlerinden daha huşu içinde tekrarlamak için yarışan, insanlığın dibine vurmuş bu güruhun Gulag’lara sürülüşüne şahit olmak, bedelini ödediklerini kendi gözlerimle görmek için istiyorum.
Bu da çok adice, çok tiksindirici bir şey. Şostakoviç’inki kadar tüketici mi bilmiyorum ama kendime yakıştırabileceğim bir şey değil.