Krizin Bahar Hali

ABD’de hanehalkının borcu bilmem kaç trilyon dolara ulaşmış ve 2008 krizi öncesindeki seviyeye şu kadar yaklaşmış ama… Kriz beklentisi yokmuş. Nereden okuduysa, yeğenim böyle söyledi.

Benim baktığım yerden bakıldığında, 2008 krizi zaten aşılmadı. Dondu. Kriz şartları normalleşti yani. Bir başka deyişle, kriz, sürdürülebilir bir mahiyet kazandı. Öyle bakıldığında, krize kriz dememeye başladığımız için kriz yokmuş gibi görünüyor.

Dünya genelinde işsizlik oranları düşmüyor. Yükseliyor ve fakat yükselmeyi (a) işsizlerin iş aramaktan vazgeçmesi yüzünden ve (b) işsizlerin daha büyük bir bölümünü eğitim filan gibi bahanelerle istatistiklerin dışına çıkararak gizleyebiliyoruz. Ama krizle birlikte yaşayabilmek için, işsizlerin işsiz olduğunuzu gizleyebiliyor olmak elbette yetmez. Onların tüketimlerini sürdürebiliyor olmaları gerekiyor. Demek ki sürdürebiliyorlar.

Nasıl?

Zannımca, büyük buhran dönemlerinde bile işsizlerin arasında genç işsizlerin oranı bugünkü kadar yüksek seviyelere çıkmamıştı. Diplomalı işsizlerin oranının bugünkü seviyelere yükselmesi ise şüphesiz ilk defa oluyor çünkü zaten diplomalı oranı insanlık tarihinde bugünkü seviyeye hiç yükselmemişti.

Ve… Genç işsizler, bilhassa da diplomalı olanlar iş aramaktan vazgeçtikleri halde tüketimlerini sürdürebildikleri için kriz sürdürülebilir bir mahiyet arz ediyor. Bu süreç, (a) bahse konu olan kesimlerin ailelerinden —genellikle ekstra eğitim bahanesiyle— kaynak transferini sürdürebilmesi, (b) zaten son derece düşük bir standarda razı olmaları ve (c) komşunun oğluna gitar dersi vermek, akşam çocuk bakmak, filanca metni tercüme etmek, tanımadığı çocukların ödevlerini yapmak filan gibi işler aracılığıyla elde edebildikleri düzensiz ve kayıtdışı gelirlerle kifayet edebilmeleri sayesinde sızıntısız yürüyor.

Sözünü ettiğim şeylerin olabilmesi için de, bahse konu olan kesimlerin evlenmemesi, evlense bile çocuk sahibi olmaması gerekiyor. Ve zaten de öyle oluyor.

Yirminci Yüzyılın ortalarına kadar, Batı Avrupa’da bile bir ailenin üç-dört çocuğu olması standarttı. Altmışlardan başlayarak tek veya en çok iki çocuk sahibi olmak, Batı Avrupa’dan başlayarak dünyanın kalanına yayılmaya başladı. Ancak, tek çocuğunuz bile olsa, talepkarlığınızda ciddi bir daralma görülmez. Başkalarının dört çocuğu yetiştirmek için ihtiyaç duyduğu gelire, tek çocuk sahipleri onu yetiştirmek için ihtiyaç duyar/duydu. Neticede çok çocuğun, bilen bilir, kendine has bir iktisadiliği vardır. Büyüğün kıyafetini küçük giyer, oyuncağıyla küçük oynar. Büyük çocuk küçüklere bakar ve saire… Üstelik bir evde altı kişilik yemek pişmesi, üç kişilik yemek pişmesinin iki katı maliyet de gerektirmez —sabit maliyetler diye bir kalem var.

Dolayısıyla doğum oranlarının düşmesi, talebin reel bir biçimde daralmasına yol açmaz/açmadı. Kaldı ki, sosyal kesimler arasında anlamlı bir fark vardı. Şişli’de tüketilen ürün gamı ile Bayrampaşa’da tüketilen ürün gamı arasında muazzam bir fark… Şişli’de yaşayanlar piyasada mevcut olan hemen her şeye doymuş, daha yüksek kalite standardından başka bir ihtiyaçları kalmamış gibi görünürken, Bayrampaşa’da yaşayanlar “daha kaliteli bir televizyon” alıcısından önce, “yayını evlerine getirebilecek herhangi bir cihaz” ihtiyacı içinde idiler.

Talep tarafından çekilen ekonomiden arz tarafından itilen ekonomiye, biz, benim şahit olduğum kadarıyla, seksenlerin başlarında geçtik. Kıtlığı o tarihlerde aştık yani. Batı Avrupa ve ABD, zannımca, bir yirmi yıl kadar önce aynı eşiği geçmişlerdi. Çocuk sayısının azalması, önce Şişli gibi muhitlerde başladı. O tek —veya en çok iki— çocuklar bugünlerde “otuz beş yaş altı” dediğim kesimi oluşturuyor. Onların tek çocukları da yok. Düşük talepleri de aileleri tarafından karşılanabiliyor.

Öte yandan, Bayrampaşa’da da doygunluğa yaklaşıldı. Ama nüfus arttığı için talep daralması yaşanmadı. Büyüme dediğiniz şey, büyük ölçüde, o ufak nüfus artışının çekmesiyle oluşuyor. Ve mesele o ki, Bayrampaşa’da büyüyen üç kardeşin de birer, en çok ikişer çocukları var. Şişli standartlarına ulaşabilmiş olmasalar da, kendi sahip olduklarından çok daha fazlasını çocuklarına sağlayabiliyor durumdalar. Çocuklarına bu şartları sağlayabilmeleri de, (a) Şişli’de büyümüş akranlarının yapmayı göze almayacağı işlere razı olmaları —ki bu işler çoğunlukla güvencesiz işler olsa da anne babalarının yaptıklarından daha nezih işler, otomasyon sağ olsun— ve (b) kamu kaynaklarının, öyle veya böyle sosyal devlet anlayışı sayılabilecek metotlarla yeniden dağıtımı sayesinde gerçekleşiyor. Bir bakıma, bir tek nesilde göz kamaştırıcı bir mesafe kat ettiler. Kanaat edebilirler.

Çocuk, talebin temel “driving force”udur. Evlenmeyen, çocuk sahibi olmayan biri, çok elverişsiz ekonomik şartlara katlanabilir. Neticede, katlanmak zorunda olduğu yoksunluk şartları, üç nesil önceki —nispeten zengin— dedesinin yaşadıklarından kıyas kabul etmeyecek kadar iyi şartlar. Yani, bugün 35 yaş altındaki işsiz bir delikanlının maruz kaldığı iktisadi şartlar, insanın biyolojik kapasitesini zorlayacak şartlar değil. O biyolojik kapasiteyi zorlamayan şartların kabul edilemez olması, ancak çocuk sahibi olduğunda gerçekleşir. Sosyal statünün değişmesiyle…

Başa döneyim. Kriz şartlarında yaşıyoruz ama içinde yaşadığımız şeye kriz dememeyi becerebilmemiz, 35 yaş altının tutum ve tercih değişikliği sayesinde mümkün oluyor. Ama aslında sözünü ettiğimiz tutum ve tercihler daha ciddi bir kriz. Çocuk sahibi olması, o çocuğun sorumluluğunun zorlamasıyla büyümesi/olgunlaşması gereken nüfus çocuk sahibi olmuyor. İnsanlık tarihi boyunca öyle olagelmiş, başka türlüsünü bilmediğimiz bir büyüme/olgunlaşma stratejisinden söz ediyorum. Çocuk sahibi olmamak sadece sorumluluk kaybı sebebiyle büyüme eksikliğine yol açmakla da kalmıyor. İnsan, sosyal çevreye sağlıklı bir biçimde entegre olmayı da, büyük ölçüde, çocukları sayesinde öğrenir. Çocuk insanı yontar, empati kurmayı öğretir ve saire…

Bu tespitlerden yola çıkarak eskiye dönmenin bir yolunu bulmayı teklif ediyor değilim. Veya çıkışsız bir krizde olduğumuz karamsarlığında da değilim. Eskiye dönemeyiz. Bambaşka bir dünyanın kapısından geçtik ve kapı arkamızdan kapandı. Ama her defasında, benzer kapılardan geçip kendimizi bilmediğimiz odalarda bulduğumuzda, orada ikamet etmenin şartlarını da ikmal ettik. Yine yapacağız herhalde.

Demem o ki, içinde yaşadığımız dünya bizim bildiğimiz dünyaya hiç benzemiyor. Manasız ezberlerinizi tekrarlayıp durmanın bu dünyada hiç karşılığı yok. Yine de siz bilirsiniz.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin