Kubbe

Bugün Gaziler Günü imiş. Bir gazi, anladığım kadarıyla birçok gazinin yaşadıklarını kendi ağızlarından derleyip kitaplaştırmış ve kitap, günün mana ve ehemmiyetine binaen, bugün piyasaya çıkmış. Yılmaz Özdil’den öğrendim (http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yilmaz-ozdil/al-sana-referandum-2015887/).

Özdil kitabın okunmasını ve okutulmasını vatan borcu olarak tespit etmiş.

Eh, okuyamayacağım. Kendisinin yaptığı alıntılar bana kâfi geldi —istiap haddimi doldurdum. Hatta hepsini bile okuyamadım, içim almadı. Ama bütün samimiyetimle söylüyorum ki, Özdil’e katılıyorum. Bu kitabın okunması ve okutulması, bugünlerde vatana yapılabilecek belki de en büyük hizmettir. Öyle görünüyor.

Gazilerin gerçeğini bütün çıplaklığıyla gözümüzün önüne sermek için çok çaba harcadığı anlaşılan Koray Gürbüz’e de minnettarım. Hakkını ödeyebileceğimi zannetmiyorum. İki defa gazi olduğu ve Özdil’in vurguladığı biçimde Türkiye rekorunu egale ettiği için değil. Vücudunuza giren ve fakat sizi öldürmeyen kurşun sayısından derecelendirme yapıp rekorlardan söz etmek gibi manyaklıklarla işim olmaz. Ama alıntılardan hissedildiği kadarıyla, toplum gazilere karşı —hiç beklemediğim kadar— kayıtsız ve saygısız.  Bu kayıtsızlığı ve saygısızlığı bu kadar görünür kıldığı için, Gürbüz’e sahiden, bütün kalbimle —ve borcumu asla ödeyemeyecek şekilde— minnettarım.

***

Özdil’in orta büyüklükte bir paragrafta özetlediği, herhangi bir normal insanın, bir satırında söz edilenlere bile katlanamayacağı acılar yaşamış Koray Gürbüz. Sayısız benzerini yaşayanların yaşadıklarını da derlemiş. Neden yapmış olabilir bunu? Özdil’in yazısından, kitaba önsöz yazıp değerlendirme yapanların dünyayı nasıl algılıyor olduklarından yola çıkarak tahmin edebiliriz ki, Gürbüz haksızlığa uğradıklarını, alacaklı olduklarını ve fakat alacaklarını tahsil edemediklerini hissediyor. Bu kitap marifetiyle, yaşanan acıların buralarda bizlerin yaşadığı konfor ile orantısızlığını gözümüze sokup “hiç değilse saygı gösterin” diye hepimizi uyarıyor.

Ben onun yerine olsam kendimi nasıl hissederdim? “Gidecek savaşacaksın, bu bir farz-ı kifaye, içimizden birileri bu farzı yerine getirirse kalanlardan düşer, sen farzı yerine getirenlerden olursan mükâfatını bu dünyada da öbür dünyada da alırsın” gibi bir kavramlaştırma kubbesinin altında, kendisine öğretileni yapmış. Netice? Dehşetli bir hayal kırıklığı… Ben olsam, Gürbüz’ün yaşadıklarını yaşasam, sonra da öyle bir kayıtsızlıkla karşılaşsam… Herhalde onun sergilediği medeni tutumu sergileyemez, elimin erdiği her yeri yakardım.

Ama bu tali mevzu…

Asıl mevzu şu ki, kitapta anlatılanlar aslında gösteriyor ki, Gürbüz’ün yaşadığı hayal kırıklığından anlıyoruz ki, Gürbüz’ün, Özdil’in, Başbuğ’un, Coşkun’un ve diğerlerinin varsaydıkları o kavramlaştırma kubbesi çoktan yerinden oynamış. Artık tepemizde başka bir kubbe var. Eski kubbeyi restore etmesi ümidiyle sarıldıkları kitap, büyük ihtimalle, eski kubbeden kalan kalıntıları da yıkacak. Okuyanların kahir ekseriyeti, “vay, gidip gazi olup dönersem bir de hafife alınacağım” diye ürkecek. Gazilik muteber, özenilecek bir şey olmaktan zaten çıkmış anlaşıldığı kadarıyla, iyice çıkacak.

***

Evet, kavram haritaları birer kubbe gibi asılı durur tepemizde. Sesimiz o kubbeden yankılanır, birbirine karışır, bir kompozisyon halini alır. O kompozisyonun manasız bir hırıltı mı, kulakları sağır edici bir şaklama mı, ahenkli bir müzik mi olduğu, kubbenin altındakilerin seslerine, kim olduklarına, vasıflarına çok bağlı değil ama kubbenin nasıl bir kubbe olduğuna çok bağlı.

Türkiye’de —ve anladığım kadarıyla bütün modernleştirilmiş toplumlarda— bir biçimde kendilerini kubbe zanneden, kubbe yerine koyan, toplumdan çıkan sesi örgütleme vazifesini kendi kendisine üstlenmiş birileri, yıllardır usanmadan imal ettiğimiz kakofoniyi bir düzene sokmak amacıyla, seslerin sahipleri ile uğraşıp durdular. Onlara bir biçim vermeye çalıştılar. Hâlbuki problem kubbedeydi.

Güya birbirleri ile dövüşüp duruyorlar ama görüyorsunuz işte, hepsi, bir insanın vücuduna bilmem kaç kurşun girmesinden —yine de ölmemesinden— bir tatmin duyuyorlar. Ölürse? Başka türlü tatmin duyuyorlar. Erdoğan’ı, Özdil’i, Başbuğ’u, Gülen’i, hepsini toplanabilir kılan bir aynı payda var.

Ama…

Kubbe artık o kubbe değil. Kubbe, onların altında kendilerini emniyette hissettikleri kubbe değilmiş. Değilmiş yani. Değilmiş demek ki.

Yani?

Ölmeyin yavrularım. Vücudunuza bilmem kaç kurşun girmesin. Sol —veya sağ— tarafınız hissizleşmesin. Gözünüz akmasın. Daha her ne oluyorsa size, onlar olmasın. “Vatan denilen kavram” demiş Özdil “aslında bu insanlardır.” Yalan söylüyor. Vatan denilen kavram, aslında o mermilere hedef ettiği çocuklarını mermilere hedef olmaktan sakınan, okutan, bir marifet sahibi kılan, akranları için müzik yapmalarını, gerçek kılıçlarla dövüşmek yerine eskrim yapmalarını, basketbol maçlarını seyretmelerini, birilerine âşık olmalarını filan sağlayan/sağlaması gereken şeydir.

Vatan içinde kıvançla yaşanacak yerdir. Bunu yapması gerektiği halde beceremeyenler size yalan söylüyorlar, uğruna ölünecek bir şey koyuyorlar onun yerine. Hayatınıza katmaları gereken manayı katamadıkları için, ölümüze mana katıyorlar. Sizin ölümünüze… O yalanlar, onların hâlâ var zannettikleri kubbeden yansıyıp size mehter marşı —veya kavlinize göre, İzmir marşı— gibi geldi, coşkuyla seğirttiniz akranlarınızı öldürmeye, yaralamaya…

Ve kubbe yokmuş. Yani kubbe artık o kubbe değilmiş. Ne güzel. Toplum artık, kan banyosu edebiyatı yapanları yankılamıyormuş. Ne güzel. Eski kubbe yıkılmış. Ne güzel. Şimdi, el birliğiyle, daha manalı, altında konuştuğumuzda “çekemem bu derdi, bölek seninle” türünden hoş sedalar imal edecek bir kubbe inşa edelim.

Hep birlikte, el birliğiyle.

Öleceksek, o kubbeye bir taş daha koymaya çalışırken ölelim. Koray Gürbüz’ün yaptığı gibi…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin