Liberaller ve AKP

Can Paker, “liberalim diyenler AKP’yi destekleyenlerin yanında olmalı” demiş (http://www.haberturk.com/gundem/haber/1179217-liberalim-diyenler-ak-partiyi-destekleyenlerin-yaninda-olmali).

Seçim sonuçlarına bakıp, “toplumun yarısı Erdoğan’ın otoriter olduğunu düşünmüyor” filan gibi manasız neticeler çıkarması bir yana, kendince tutarlı bir açıklaması da var. (Sözünü ettiğim çıkarım neden manasız? Diyelim Erdoğan’a oy verenlerden birinin oğlu polisti ve Güneydoğu’da öldü. “Erdoğan’a oy vereceğim çünkü oğlum ölsün istiyorum” diye oy vermedi herhalde o oy veren. Evet, ekstrem bir misal benimki ama Erdoğan’a oy veren kimse, onun her tercihini onayladığı için oy vermiyor. O tercihlerin ne neticeler doğuracağını ise, kendisi dâhil kimse tahmin edebiliyor değil.)

***

Üniversitede öğretim görevlisiyken, 80’lerin ikinci yarısında, Cumhuriyet gazetesinin liderliğinde, malum medyamız bir defa daha irticaı hortlatmıştı. YÖK genelge yollamış, başını açmayan kız öğrencilerin derslere alınmasını yasaklamıştı. İplememiştim. Derken, bir bölüm toplantısında, bir Profesör, ellerini başının iki yanına götürüp başına doğru yönlendirerek, “yav başın örtülü, bilgi girmiyor işte” türünden bir laf ettiydi. Bizimkilerin mahallesinin çocuğuydu, ailesini tanırdım. “Ne yani,” dedim, “annen, kız kardeşlerin, arkadaşların, hiçbirinin kafası hiçbir şey almıyor mu?”

Sıradan bir öğretim görevlisiydim ama daram alınmıştı. Ses edilmedi.

Yine o günlerde, ODTÜ Rektörü Eskişehir’e gelmiş, Eskişehir’deki ODTÜ mezunları, Demiryollarının Sosyal Tesislerinde toplanmışlardı. Ben, yanımda dizüstü eteği, yüksek topuklu ayakkabıları olan eşimle birlikte kapıdan girdiğimde, besbelli, mevzu ilerlemişti. Rektör bey anlatıp duruyordu. “ODTÜ’ye bile sızdılar” dedi. Devam edecekti ama toplantıyı organize eden bizim bölümün Doçentlerinden biri, beni tanıdığından, “Cemal farklı düşünüyor” türünden bir laf etti ki, Rektör daha ileri gitmesin, bir tatsızlık çıkmasın. Rektör, eski hocam, şöyle bana baktı. “ODTÜ bir kamu kurumu,” dedim, “eğer bu toplumun vatandaşlarından birileri ODTÜ’ye girince ‘sızmak’ olarak adlandırılıyorsa, zaten maç bitmiş demektir, ört ki ölem”.

Buz gibi bir hava esti. Sonra mevzu değiştirildi ama tatsızlık havada hep asılı kaldı.

***

Neyse, asıl derdim bunlar değildi.

Birçok sohbet sırasında, “bilim ile din aynı kafada olmaz” türünden manasız genellemelerle dövüşmek zorunda kaldım. Çocuk yaşta bilim insanı olmak üzere devşirilmiş biriydim. Bilimi de –muhtemelen çocuk yaşta devşirilmiş olmam yüzünden– insanoğlunun en saygıdeğer faaliyeti olarak görürüm. Bilimin bir yarısı spekülasyon, evet. Yani “bilim ‘neden’ diye sormayı gerektirir, halbuki din ‘Allah bilir’ diye cevap vermiştir zaten” filan diye özetlenebilecek önermeleri arka arkaya sıralayıp bir hipotez geliştirmek bilimin olmazsa olmazı. Ama bilimin diğer yarısı da deney. Yani mesela bilim katarının lokomotifleri arasında yer aldığına kimsenin itiraz edemeyeceği Copernicus ve Galileo’nun manastırlarda yetiştiği gerçeğini bir yana bırakalım, bilimin peygamberi sayılan Newton, ikinci Newton sayılan Maxwell, hep dini bütün adamlardı. Bilselermiş bilim ile din aynı kafanın içinde olmaz, bilim yapmaktan anında vazgeçecek kadar dini bütün…

Demem o ki, yazılabilir sayısız önermeden birkaç tanesini alıp, alt alta yazıp, çıkarım yapmak mühim bir iş. Yapmak zorundayız. Hipotezler öne sürmek zorundayız. Can Paker’in yaptığı gibi…

Ama…

Şu önermeyi çıkarıp bunu eklersek listeye, bambaşka bir hipotez çıkar ortaya.

Bu yüzden başı başkanın aklı başka olmak lazım. Her birimiz başka bir önermeler listesinden, başka hipotezler üreteceğiz.

Ama…

Sonrasını ihmal etmeyeceğiz. Ürettiğimiz hipotezi sınayacağız. Ne yazık ki, gördüğüm kadarıyla, sağlama yapmak işi kimsenin işine gelmiyor. Bilimin yarısı o.

***

80’lerin ikinci yarısında başı örtülü kızların başlarına gelenler karşısında tutum alırken, saf bir adalet duygusu değildi beni güden. Hem katıksız manasında saf, hem de naif manasında saf değildim. Yapılıp edilenler yüzünden, memleketin bir işe yarayabilecek birçok insanının devre dışı kaldığını, bunun da bizi yoksullaştırdığını düşünüyordum. Dışarıda bırakılanların arasında, bir işi, üstlenmiş olandan daha iyi yapabilecek birçok kişi olabilirdi.

Faydacıydım da yani…

Eh, bütün pozisyonları kendi aralarında üleşenler, bir yandan, her işin gereğinin herkese öğretilebileceği, dolayısıyla dışarıda kalanların dışarıda kalmasının bir fark yaratmayacağı gibi manasız bir hipoteze sahiplerdi. Çünkü fabrikalarda ve ordularda öyle oluyor –öyle olduğu varsayılıyor– düşenin yerini bir benzeri dolduruyordu. Weberian bir bürokrasi tasavvurunu her yana teşmil etmişlerdi.

Bir yandan da, yukarıda da işaret ettiğim gibi, dışarıda bırakılanların zaten bir şey öğrenmeye kabiliyetleri olmadığı gibi bir hipotezleri vardı, bütün pozisyonları kendi aralarında üleşenlerin. Gerçi çoğu inançlı insanlardı. Ama din denen şeyin nasıl bir şey olması gerektiğini de onlar biliyorlardı.

Bu arada bir anekdot: Kemal Karhan Yeni Asır’daki bir yazısında, “Ezan Türkçe okunsun diye yırtınıp duruyordum, bir gün kendi kendime, ‘Türkçe okunsa gidecek misin’ diye sordum, gitmeyecektim, o halde ‘sana ne’ dedim kendime” mealinde yazmıştı. Ama Karhan’ın sağduyusu nadir rastlanan bir şeydi. Neticeten, dinin nasıl bir şey olduğu hakkında hiçbir malumatı olmayan birileri, başkalarının dinini tanzim etmeye de pek heveslilerdi. Kendi aralarında, rekabetten arındırılmış bir biçimde pozisyonları üleştikleri için de, hiçbir işimiz yolunda gitmiyordu.

***

Futbolcunun biri eline silahı alsa, kendisini engellemeye teşebbüs eden her rakibini vurup ilerlese, gol atsa, ne dersiniz? “Gol diyordunuz, attım işte” dese… “Öyle olmaz, rakibi vurmayacaksın, çalım atacaksın” filan dersiniz herhalde. “İyi de ben çalım atmayı bilmiyorum” dese?

1940’lardan itibaren birileri, çalım atmayı beceremediği için, karşısına çıkanı vurup yol aldı. Gol attı. Goller attı. Sonra da skor tabelasını delil gösterip, zaten sahada olmayı kendilerinin hak ettiğini iddia etti.

Şimdi sahaya girenler sahaya girmeden önce, açıkçası, sahaya girerlerse doğru dürüst işler yapabileceklerinden çok şüpheliydim. Ama futbol oynamadan öğrenilmez, oynaya oynaya öğrenirler diye de ümit besliyordum. Hayal kırıklığına uğradım. Çünkü karşı oldukları, daha önce onları vura vura yol almış olanların metotlarını aynen kopyaladılar.

Tekrarlayayım: Niyet belirlemez dünyada olup bitenleri, metot belirler.

Ben, yukarıda da işaret ettiğim gibi, insan yetişmesini önemsiyorum. Olabildiği kadar geniş bir havuzdan, olabildiği kadar sağlıklı bir rekabet içinde yarışmış olan insanların beceri biriktirebileceği gibi de bir varsayımım var. Yetenek denen şeyin o kadar da önemli olmadığını, önemli olanın yaşantı olduğunu düşünüyordum, son yıllarda yapılan araştırmalar bu konuda haklı olma ihtimalimi yükseltti.

Dolayısıyla ben, 1970’lerde, 80’lerde haklarını müdafaa ettiğim kesimlerle çoktandır yan yana değilim. Dönek diyebilirsiniz bana yani. Ama öte yandan, 70’lerdeki, 80’lerdeki temel önermelerim, hâlâ önümdeki kâğıtta yazılı. Yeterli becerisi olmayan kişiler, başları açık olduğundan veya başlarını örttükleri için bir yerlere gelememeliler.

***

AKP’nin –ve AKP sayesinde, başlarını örterek pozisyon kapmış biçarelerin– bugüne kadar yaptığı bütün zırvalıkları bir yana bırakalım. 7 Haziran’dan bu yana AKP, Güneydoğu’da olmaz işler işliyor. “Ne yapıyorsunuz yahu siz” diyene “terör yanlısı” filan diye etiketler yapıştırıyorlar. “Ne yapaydık yani, birinci devrede ‘boş verin maç tansiyonu yükseltiyor’ dedik, gidip gelip gol attılar diye başımıza ekşidiniz, şimdi de terörle dövüşüyoruz işte” manasına gelecek zırvalıkları laf niyetine dolaşıma sokuyorlar.

E, iyi.

İyi de, terörle böyle dövüşülmez. Sizin yaptığınız terör.

Bunları söylemenin bir manası yok, çünkü çalım atmayı bilmiyorlar. Öğrenmeye de niyetleri yok. Neden olsun? Rakip futbolcuları, hatta rakibin sempatizanı olan seyircileri keyiflerince vura vura yol alabildikleri sürece… Neden olsun?

***

Neticeten…

Can Paker’in önermeler seti başka, benimki başka. “Ulan, hangi önermeyi seçeceğiniz konusunda direktif almadan, kendi kafanıza göre… Dağ başı mı ulan burası” diyebilen birileri olmadığı sürece, Paker’in önermeler setine itiraz etmeyi sürdürebilirim. O da dilerse benimkilere itiraz eder. Filan.

Ama şimdi “dağ başı mı ulan burası, önermeyi de ben seçerim, hipotezi de ben kurarım, itirazı da hakaret telakki ederim” diyebilen biri var. Toplumun yarısı onu otoriter görmüyormuş, filan. Bana ne? Toplumun o yarısı, diğer yarısının kendilerine yıllar yılı yaptıklarını onlara yapmaktan başka hiçbir motivasyona sahip değilse, bana ne? O yapılanlara karşıydım ben, onu yapanlara değil.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin