Liyakat
ODTÜ’de okurken, pasif bir lise öğrencisi gibi değil de, bir şeyleri araştırmak zorunda kalan biri gibi davranmak durumuna gelmek için, üçüncü sınıfa kadar beklemek zorunda kalmıştım. Nihayet, sınıftaki her öğrenciye, kütüphaneye gidip araştıracakları ve bir rapor hazırlayacakları bir konu verildi. Hisseme merit rating diye bir şey düştü. Ne merit kelimesi ne anlama geliyor, ne de rating ne demek bilmiyordum. İnternet yoktu ve doğrudan kavramı arayarak da herhangi bir ipucu bulamamıştım. Yani nihayet bir konum olmuştu da, konu hakkında araştırma yapmam için verilen sürenin neredeyse yarısını, konunun ne olduğunu anlamak için harcamak zorunda kalmıştım.
Neticede anladım ki, merit rating, liyakat ölçme diyebileceğimiz sistemlerin tamamına verilen bir genel addı. Sonrası, tahmin edebileceğiniz gibi, daha kolay gelişti. Ama bu arada, konunun tarihini de hatırlatmayı vazife bilen birçok İngilizce kaynakta, liyakatin Türklerde (Osmanlılarda) çok mühim olduğu, Osmanlı devlet düzeninin liyakat esasına göre kurulduğu filan gibi notlarla karşılaşıp şaşırdım. Ve… Utandım.
Şaşırdım çünkü “liyakate yaslanmayan sistemler de mi olurmuş” diye düşünmüştüm. Utandım çünkü Osmanlı sisteminin böyle ayırıcı bir özelliği olduğunu yabancı kaynaklardan öğrenmiştim. Bana bunu öğretmemişlerdi. Hatta aksini ima etmişlerdi —eğer doğrudan öyle söylemedilerse…
Bunu yazın bir kenara.
***
Çok sonra öğrendim ki, hani şu yelkenleri atlastan, halatları ibrişimden hikâyesinin bir başka boyutu var. Hikâyeyi biliyorsunuz. Kutsal İttifak donanması Osmanlı donanmasını, kışlamak için yattığı İnebahtı’da, sonbaharın başlarında basar. Donanmanın çok küçük bir bölümüyle birlikte baskından kaçan Uluç Ali İstanbul’a varır. Sadrazam Sokollu’yla baş başa verirler. İkisi de bilirler ki, Kutsal İttifak donanması kış geçene kadar bir şey yapamaz ama baharla birlikte Osmanlı limanlarına baskınlar yapacaktır. Donanması olmazsa, Osmanlı’nın limanlarını bu baskınlardan koruması mümkün değildir. Ama süre de dardır. İşte bu ortamda eder Sokollu o meşhur “Paşa meraklanma, bu devlet öyle bir devlettir ki, gerekirse donanmasının yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar” lafını.
Bu hikâyenin ne kadarı gerçek, ne kadarı şehir efsanesi bilmiyoruz. Ama söylendiği kadarıyla, kof bir böbürlenmeden ibaret bir laf değil. Çünkü Sokollu hemen ardından ekler, bizim tarih kitaplarımızda kesilen tespiti: “Lakin biz o levendleri bir daha yetiştiremeyiz.”
Nitekim —yelkenleri atlastan, halatları ibrişimden olmasa da— bir kış içinde yepyeni bir donanma yapar Osmanlı. O donanma, baharda, Kutsal İttifak donanmasının kışladığı limanın karşısına dizilir. Birkaç ay önce yaktıkları gemilerin yerine yenilerinin yapıldığını gören Avrupalılar barış isterler. Öyle bir barış anlaşması yapılır ki, çok sonra Voltaire o anlaşmayı kast ederek, “gören de İnebahtı’yı Osmanlılar kazandı zanneder” demek zorunda kalır.
Ama…
Gözden kaçmasın, yeni Osmanlı donanması, limanda kıstırdığı Kutsal İttifak donanmasına saldırmaz. Barışa zorlar. Neden? Çünkü… Avrupalılar bilmese de Sokollu ve —yeni Kaptanıderya— Uluç Ali bilir ki o levendler yoktur.
Tarihse tarih. Şanlısından…
Böbürlenme var mı? Fazlasıyla var. Ama o böbürlenmenin karşılığı da var. “Vay hepsi bize karşı birleşti de…” filan gibi ağlaşmalar, sızlanmalar yok. “Kahpece bastılar” filan gibi manasız —ahalinin öfkesini ve nefretini körüklemekten gayrı hiçbir işe yaramayacak— mağduriyetler imal edip arkasına sığınmaklar yok. “Gerekirse yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden” filan… Gerekirse… Gerekmez. Ama donanma gerekir. Yapılmalı. Yapılsın.
Yapıldı.
***
Eh, merit rating ile İnebahtı’yı arka arkaya hatırlamak neden, herhalde anlamışsınızdır. Ben yine de açayım.
Donanma yapmanın bir maddi güç meselesi olduğunu biliyor Sokollu. Ama insan yetiştirmenin daha müşkül bir problem olduğunu da biliyor. Yakılan gemiyi yaparsın, şehit olan levendi?
Nah yaparsın.
Ve fakat… Problemin tayin edici unsuru donanma değil, levendler. Yani insan. Liyakatli insan.
Liyakatli?
Eh, herhalde yerine yenilerini koyamayacaklarını bildikleri, o kadar kıymetli olan, o kadar nadir rastlanır olan levendlere, “madem bu kadar liyakatlisiniz, birileriniz de ney üflesin, öteki beste yapsın, filanca minyatür çizsin, beriki de şu gökteki yıldızların düzenini araştırsın” filan demiş değillerdi Sokollu ve Uluç Ali. Levendler levenddi ve levendlerin en iyileriydi. Musikişinasın en iyisi, şairin en iyisi, bahçıvanın en iyisi, fırıncının en iyisi İstanbul’daydı o dönemde. Hepsi de kendi işini yapıyordu. İyi yapıyordu. Besteci fırıncıyı hor görüyor diye, bestecinin yerine fırıncı getirmeye kalkmıyorlardı. Veya levendler kendi hayatlarını kumara yatırmışken, sarayda bir takım züppelerin şiir yazıp kese kese altın almalarına içerliyorlar diye, levendlerden şair yapmaya da kalkmamışlardı.
Tarihse tarih… En şanlısından…
Tarihten ille de ders çıkarılacaksa, “madem biz de böbürlenelim, ‘yelkenleri atlastan’ filan diyelim, bir de donanma yapalım” dersi çıkarılmaz yukarıdaki tarihten. Ama “en iyi insanları yetiştirelim, her bir yere de en layık olanı getirelim” dersi çıkarılabilir.
Daha mühimi…
Eğer elinde doğru dürüst levend yoksa, maraza çıkarmanın âlemi de yok.
***
Dün, “bir binici çıkarabildiniz mi” diye sordum ya. Oradan geldi aklıma yukarıda yazdıklarım.
Şöyle oldu. Kendi yazdığımı okuyunca “ulan bu ne iyimserlik, ne naiflik, ne binicisi doğru dürüst futbolcu bile çıkaramadı bu böbürlenip duranlar herhangi bir dönemde” diye geçti aklımdan. Kendime kızdım. Sonra “yelkenleri atlastan, halatları ibrişimden” babından geğirip duranların her dönemde neden çuvalladıkları, Sokollu’nun lafının ikinci yarısının neden ders kitaplarına giremediği gibi bir yığın şey üşüştü aklıma.
Sonra da işte bunlar çıktı ortaya…
Yoksa, birileri bunları okuyacaklar da, “ha tarihe başka türlü bakmak lazımmış” filan diyecekler de, en azından geğirip durmaktan vazgeçecekler de, hatta belki “elimizdeki insan malzemesiyle biz maraza çıkarmasak daha iyi” diyecekler de… Yok öyle şey. Çünkü dün de dedim, aslında dertleri tarih filan değil. Zaten tarih biliyor değiller, herhangi bir şey biliyor değiller, öğrenmeye de hiç niyetleri yok.
Cahilliklerinden pek memnunlar —ben demiyorum, kendileri diyor.
Cahil olarak tarih yazsınlar, beste yapsınlar, ekmek pişirsinler ve yine de işler yolunda gitsin istiyorlar. Cahil olarak, cahil insanları doldurdukları donanmalarla maraza çıkarıyor, tuş oluyorlar. Tabii olarak “ya biri hesap sorarsa” diye korkuyorlar. Her cahil gibi, neyi bilmediklerini bilmiyorlar ama korkmayı biliyorlar.
Korkunca da… Korkutuyorlar. “Levendsin sen” deyip, salıyorlar memleketin çocuklarını memleketin çocuklarının üstüne. Ahalinin yarısının ayranını kabartıp, kalan yarısının üstüne salıyorlar.
Gerekirse ölünür.
Ama devletin işi ölümlere methiyeler düzmek değil, ölmenin gerekmemesini sağlamak. Uluç Ali de “ha aslanlarım, ölürseniz şehit olacaksınız” deyip salabilirdi cahil çocukları Kutsal İttifak donanmasının üzerine… “Bir de kazanırsam… Ne kahraman olurum” diye düşünebilirdi. Öyle yapmadı. Erdoğan ve avenesine sorsanız, “öyle yaptıysa korkağın biriymiş” filan diye gevelerler, “biz olsaydık…”
Eh, siz olunca neler olduğunu görüyoruz.