Marka

Türkiye’nin ücra bir liginde mücadele eden Adana Demirspor, en prestijli liglerden biri olan Serie A’ya bu sezon terfi eden Livorno’yla, 4 Eylül akşamı Adana’da özel bir maç yapmış. İşçilerin kurduğu İtalyan Livorno, daha önce, benzer bir tarihi olan Fransız Marsilya ve Yunan AEK kulüpleri ile bir tür kardeşlik ilişkisi kurmuşmuş. Livorno taraftarları Türkiye’den arayıp tarayıp Adana Demirspor’u bulmuşlar. İki kulübün taraftarlarının baskısıyla da bu özel maç düzenlenmiş.

Türkiye’nin, her birinin şık birer hikâyesi olan birçok spor kulübü var. Adana Demirspor da onlardan biri. Livorno maçı, Demirspor’un hikâyesini daha da zenginleştirecek. Sportif anlamda Demirspor ile kıyas kabul etmeyecek kadar başarılı olsalar da, İstanbul Büyükşehir Belediyespor veya Ankaraspor, Demirspor’un kulvarında nal toplamaya devam edecek. Kimse onları bulup “hadi sizinle maç yapalım” demeyecek.

Çünkü Belediyespor’un veya Ankaraspor’un hikâyeleri yok. Kurulurlarken bu eksiklik hesaba katılsaydı, bugün her ikisi de birer boşluğu dolduruyor olabilirdi. Liglerden ihraç edilirlerse arkalarında bir boşluk bırakacak hale gelebilirlerdi, demek istiyorum. Ama hikâye eksikliği hesaba katılmadı, çünkü, anladığım kadarıyla bazılarının aklı bu tür işlere ermiyor. Otomobillerin daha hızlı akması, en çok reyi almak, daha çok para kazanmak kâfi olsun istedikleri gibi, sportif olarak daha başarılı olan da daha makbul olsun istiyorlar.

Aykut Kocaman ve Abdullah Avcı gibi aklı başında insanların kendilerini yetiştirmeleri için imkân sağlayan bu kulüplerin futbol âleminde yerleri olmadığını söylemiyorum. Sadece bir farka işaret etmeye çalışıyorum. Adana Demirspor bir marka. Kıymetli bir marka. Yerli yersiz kullanıla kullanıla kısa sürede antipatik kelimeler sözlüğüne sürülmüş olsa da, Demirspor’un farkını anlatırken marka kelimesine müracaat etmekten başka çare yok gibi görünüyor.

Daha önce söz etmiştim, Eskişehirsporlu birkaç taraftarın kurdukları Bando ES-ES, gelecek nesillere övünecekleri bir miras daha bırakmak gibi bir misyonu dillendirebiliyor. Bu işi kulübü yönetenler organize etmiyor, planlamıyor. Marka birilerini harekete geçirebilecek kadar güçlü, kendi kendine zenginleşiyor.

Bir markayı yapan şeylerin başında tarih geliyor. Zamanın ancak yapabileceği şeyi, güçle, kudretle, çalışkanlıkla filan yapamıyorsunuz. Belki ciddi dozda zekâ ikame edebiliyor zamanı.

Spor kulüpleri uzun süredir var ve hep kitleleri harekete geçirebildiler. Ancak son zamanlarda kazandıkları kıymet, bundan mesela yirmi yıl önce akla bile gelmezdi. Şüpheniz olmasın ki, bundan yirmi yıl sonra, bugün hayal bile edemeyeceğimiz sosyal ve iktisadi rolleri olacak. Karagöz, Beypazarı Evleri, Foça, baklava, Fırtına Vadisi, Zeugma, Direklerarası, Kasr-ı Şirin anlaşması, Çanakkale Savaşı, Truva, İzmir’in Asansörü, Milet, Yunus Emre, Ağrı Dağı, Polonezköy gibi sayısız şey için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Dolayısıyla, özellikle birer hikâyesi olan, marka değeri zaten yüksek olan her şeyin üzerine titrememiz lazım.

Bu da, mesela kulüplere kaynak aktarmakla filan olmuyor. Çünkü besbelli ki kulüpler yağmalanıyor. Sadece iş bilmez siyasetçiler veya yöneticilerin verdiği hasardan söz etmiyorum, kimileri basbayağı soyuluyor. Markalarımızı koruyup geliştirebilmek için daha çok zekâ lazım. Zekâyı da parayla, güçle, yönetmelikle ikame edemiyorsunuz yani.

Cemalettin N. TAŞCI

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin