Memleketin Vasatı ve Seçkinleri
Önceki gün dedim ki, dünyanın her demokrasisinde seçilmiş iktidar, asker/sivil bürokrasi, yargı, üniversiteler ve medya gibi siyaset unsurları tarafından sınırlanır. Aslında bahse konu olan unsurlar siyasi iktidarın tabii ortaklarıdır. O kadar tabii ortaklarıdır ki, Birleşik Krallıkta mesela, herhangi bir kişinin aklına, “kendileri seçilmiş olmayan bu üniversiteler siyasi neticeleri olan hususlarda kendi kafalarına göre nasıl tutum alıyorlar” demek gelmez. Birleşik Krallık sadece bir misal, Fransa’da veya ABD’de gelmez.
Hemen her sektör için yeri geldiğinde söylenen laf, siyaset için de caridir yani: Siyaset yalnızca seçilmiş siyasetçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.
Ama…
Türkiye benzeri —yani modernleşmemiş de modernleştirilmiş— toplumlarda, seçilmiş siyasetçiler ile iktidarın diğer ortakları arasındaki gerilim, kendiliğinden modernleşmiş toplumlardakinden sadece çok daha yüksek değil, aynı zamanda mahiyet olarak da farklı —ve hep farklı oldu.
Modernleşmiş toplumlarda, toplumun önünde yürünecek, önceden —ve başkaları tarafından— açılmış bir yol yoktu. Yolun açılması gerekiyordu. Dolayısıyla, iktidarın seçilmemiş ortakları —seçkinler diyelim— içinde nefes aldıkları toplumun kültürel sınırları ve imkânlarının içinden aradılar yeni yolları. Modernleştirilen toplumlarda ise seçkinler genellikle hep toplumun modernleştirici unsurları oldular ve dolayısıyla da toplumu önceden ve başkaları tarafından açılmış bir yola sevk etmekle vazifeli addettiler kendilerini.
Birleşik Krallıkta yaşayan bir sosyolog, bir Fransız sosyoloğun yazdıklarını okur ve ihtiyaç duyduğunda İngilizceye tercüme ederken, İngilizce konuşan ve düşünen biri olarak yapar bu işi. Yani modernleşmiş olanlar içeriden konuşurken toplum dışına tamamen sağır değildirler. Ama mesela Çetin Altan ile aralarında bariz bir mahiyet farkı vardı. Altan —ve Türkiye’nin bütün modernleştirici seçkinleri— mesela Fransız bir sosyoloğu Fransızca düşünen biri olarak tercüme etti Türkçeye. “Gün gelecek bu memlekette beş milyon sarışın baş dalgalanacak, o zaman çözeceğiz problemlerimizi” diye bize enseyi karartmamayı öğütlerken, aslında, bizim biz olarak, biz kalarak, bizim kendi problemlerimizi çözemeyeceğimizi de bir biçimde içselleştirmiş olduğunu itiraf ediyordu.
Tekrarlayayım, Çetin Altan sadece bir misal. Sadece mensup olduğu zümrenin en açık sözlü temsilcilerinden biri olduğu için ona müracaat ediyorum.
Çetin Altan haklı mıydı? Yani biz, biz olarak, biz kalarak, bizim kendi problemlerimizi çözebilemez miyiz?
Haklı. Şöyle bakarsak: Britanyalılar sanayi devrimini yaptıklarında mesela, artık onu yapmadan önceki Britanyalılar gibi değillerdi. Zaman ile olan ilişkilerinden birbirleri ile olan ilişkilerine, dünya hakkındaki şahsi tasavvurlarından İngiltere’nin dünyadaki yeri hakkındaki varsayımlarına kadar hemen her şey değişti. Hiçbir özne, kendisi gibi kalarak hayatta kalamaz. Değişmek zorundasınız ve değişirsiniz.
Ama sanayi devrimi öncesindeki, sırasındaki ve sonrasındaki İngilizleri kat eden bir genetik kod yine de var. Onları, mesela Almanlardan ve Fransızlardan farklı kılan bir şey…
Türkleri?
O da var. Mesele şu ki, Çetin Altan’ın “beş milyon sarışın baş” beklerken aslında beklediği, işte tam da bu genetik kodun, her şeye rağmen hayatiyetini sürdüren kodun değişmesi idi.
Bilmiyorum açık oldu mu? İngilizlerin de seçilmişleri sınırlayan seçkinleri var ve onlar İngiltere’yi değiştirmek istiyor ve değiştiriyorlar. Ama İngiltere’nin genetik koduyla bir alıp veremedikleri yok. Hiç olmadı. Türkiye’nin seçkinleri ise, her şeyden önce Türkiye’nin genetik koduna savaş açtılar. Buralı olmaktan utandılar bir nevi. “Ah şekerim, İtalya’da sohbet ederken Türk olduğumu öğrendiklerinde çok şaşırdılar, ‘hiç Türk’e benzemiyorsunuz’ dediler” lafları, Türkiye’nin seçkinleri arasında sık dillendirilen ve işitilen laflardı —ve övünme vesilesi idi. Herhalde hâlâ öyledir. Eski sıklığında değilse, Avrupa’daki Türk algısının daha az oryantalist, daha gerçekçi olma istikametinde değişmesinden, Türkiye’nin seçkinlerinin daha yerli olmalarından değil.
***
Yukarıda sözünü ettiğim süreç Türkiye’ye has bir süreç değil. Mısır, İran ve hatta Japonya ve Rusya da benzer sıkıntıları yaşadı/yaşıyor.
Asıl işaret etmek istediğim husus şu: Mesele iktidarı sınırlayan bir seçkinler zümresinin mevcudiyeti değildi. O zümrenin dünyayı, Türkiye’yi ve en çok da Türkiye’nin sosyolojisinin ana gövdesini nasıl gördüğü idi. O sosyoloji, diğer bütün sosyolojiler gibi, bir yığın kişilik özelliğine ve olabilirliğe sahipti. Bu özelliklerin arasında birisi —imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan birisi— son derece baskın bir özellikti. Türkiye kendisini yenilmiş hissediyordu ve eski saygınlığını geri kazanmaya hevesliydi. Yani iddialıydı. Eğer memleketin modernleştirici seçkinleri bu hususta bir mesafe kat edilmesini sağlayabilselerdi, muhtemelen bu kadar sıkıntı yaratmayabilirdi ana gövde.
Türkiye’nin modernleştirici seçkinleri, bu ihtiyacı elbette hissettiler. “Atatürk bütün dünyanın saygı duyduğu/en çok saygı duyduğu lider” iddiasından “artık Batı’da saygıdeğeriz, Ortadoğu’dan farklıyız” iddiasına kadar bütün iddialar, az veya çok, bu ihtiyacı karşılamaya yönelikti. Bir süre çalıştıkları, işe yaradıkları da anlaşılıyor.
Ama Türkiye, ekonomiden spora, sanattan bilime, her alanda nal topladı. Bırakın bir İsveç, bir Hollanda olmayı, bir Yunanistan, bir Bulgaristan bile olamadı. Yükselen muhalefeti memleketin seçkinleri, kabaca, “sizin yüzünüzden” diyebileceğimiz bir edayla karşıladılar. Ve —daha vahimi— buna inandılar.
Bu memleketten milyonlarca insan, dil bilmez, eğitimsiz milyonlarca insan, muhtemelen hayatlarında ilk defa gördükleri Sirkeci’den trenlere binip işçilik yapmak üzere başta Almanya’ya, sonra diğer Avrupa ülkelerine gittiler. Gittiler ve kaldılar. Türkiye’nin vasatı, Almanya’da, sadece Hırvatistan’ın, Polonya’nın, İtalya’nın vasatı ile değil, bizzat Almanya’nın vasatı ile, kendi sektöründe rekabet etti ve tutundu. Ama Türkiye, aynı süreçte, Hırvatistan’ın, Polonya’nın, İtalya’nın veya Almanya’nın yetiştirdiği kalibrede futbolcu bile yetiştiremedi, bırakın ressamı, bilim insanını…
Şimdi tekrarlayayım: Mesele Türkiye’nin vasatı değildi, seçkinlerinin vasıfsızlıklarıydı. Mesele siyasi iktidarın paylaşılması değildi, siyasi iktidarın tabii ortaklarının vasıfsızlıkları idi. Ama zaman içinde mesele kangren oldu, kimse meselenin aslı ile ilgilenemez hale geldi. Biçimcilik üzerinden bir meydan savaşına döndü iş.
Şimdi AKP’ye —yani Erdoğan’a— Başkanlık hayalleri kurduruyor olan, meselenin bu hale getirilmiş olması.
Bu arada ama… Vasıfsızlık —yani iktidarın tabii ortaklarının, seçkinlerin vasıfsızlığı— derinleşerek sürüyor.