Mendebur Babanın Ahmak Oğlu

Serinkanlı olmaya çalışayım, oğluna anlatır gibi anlatayım:

Diyelim baban bir kasabada hırdavatçılık yapıyormuş. Kuruş kuruş kazanmış, şehirde bir dükkân açmış. Fazlasıyla tedbirli biriymiş, kredi filan kullanmaya yanaşmamış. İnat mı inatmış, “şimdi devir benzinci açma devri” diyenleri, sonra da “şimdi cep telefonu bayii açmalı” diyenleri de püskürtmüş. Sadece bildiği işi yapmaya çalışmış. Onu da daha iyi yapmak filan gibi dertleri olmamış hiç. Bir dükkân daha, bir dükkân daha… Hepsi o kadar.

Diyelim baban sana dükkânlarda tezgâhtarlıktan başka seçenek de tanımamış. “Ben okuyacağım” demişsin, uyduruk bir akademinin işletme bölümünden daha iyisini kazanamamışsın. Baban sana harçlık verirken de pek cimri davranmış. Neyse, uyduruk diplomanı alıp gelmişsin, “artık şirketi ben işleteceğim” diye tutturmuşsun. Annen de “bizim oğlan okudu, adam oldu bey” diye arkalamış seni ama baban Nuh demiş, peygamber dememiş. Tezgâhtarlığı da kendine yedirememişsin. Ananla bir olup, baban için “bunadı” raporu almışsın, türlü tezgâhlarla… Babanın biriktirdiği ne varsa hepsinin üstüne oturmuşsun.

Sonra?

Sonra “hırdavatçılık da neymiş” demişsin, “bizim soyumuzda ne beyler var, her şeyin hakkından geliriz” demişsin. Bir sabah “ben fabrikatör olacağım ana” diye uyanmışsın. Anan da “vay oğlum benim” diye pek gururlanmış. Babadan kalan ne var ne yoksa satmışsın. Bankadan yüklü bir kredi de çekmişsin. Bir arazi alıp, üzerine gösterişli bir bina dikmişsin. Bahçe kapısındaki nizamiye de tamam olduğunda, “e bu ne” diyenlere “fabrika” demişsin. “İyi de ne fabrikası” diye sorduklarında başını kaşımışsın. O ara, babanın parasıyla beylik yaparken yanına yanaşmışlardan biri imdada yetişmiş, “bu aralar herkes cep telefonu alıyor, cep telefonu yapalım” demiş. “He ya” demişsin. Bir başka yanaşma “marka lazım, marka mühim” demiş. “REBS olsun” demiş başka biri. “Vay, yakıştı” demiş öteki. Filan. Nizamiyenin tepesine, gösterişli harflerle REBS yazdırmışsın.

Bir başkası da “basınla iyi geçinmek lazım” demiş. Babadan kalma paralarla yerel gazetelerin patronlarını ağırlamışsın. Yedirmiş içirmişsin. “Reklam vermen lazım” demişler. Vermişsin.

Sonra?

“Ana bak, oğlun neler yapıyor” diye böbürlenmişsin anana. Anan da son model otomobilini kapıya park eden, makbul adamların peşinde koştuğu, fabrikatör oğlunu anlatmalara doyamamış. Fabrikada bir yığın kişiyi işe almışsın. Maaşlarını vermişsin. Herkes pek memnun… Herkes annene “yav şehre çağ atlattı, sanayi getirdi, ne hayırlı evlat yetiştirmişsin, o mendebur babadan böyle evlat, helal olsun valla” deyip durmuş. Sen gururlu, annen gururlu…

Sonra münasebetsizin biri, “iyi ama cep telefonu yapacaktık” demiş. Yanaşmaların hepsi bir ağızdan “yaparız, ne var ki” diye saldırmışlar üstüne. Ama bir telaş da başlamış. Neyse, biri elinde bir kutuyla gelmiş “yaptım” demiş. Hep birlikte kutuya çullanmışsınız. Telefona benziyor mu? Benziyor. “Hadi bundan üretelim” demişsin. Üretmişsiniz. Ama kimse satın almıyor.

Baba paraları da suyunu çekmeye başlamış. “Cep telefonu yaptık ama bizi çekemeyen dünya devleri, telefonumuzun satılmaması için türlü tezgâhlar içinde” filan diye şikâyete başlamışsın. Eh, telefon görünümlü kutunun telefon olmadığını söylemeye ihtiyaç duymaman anlaşılır bir şey.

Derken banka, kredi borçları için icra yollamış. “Uluslararası güçlerin oyununu bozacağımızı anladılar, her yönden üstümüze çullanıyorlar” diye gürlemişsin.

Tamam mı? Anlaşıldı mı?

Oyunun kuralı var…

Mesela dış güçler var. Sen de başkaları —mesela Irak, Suriye— için dış güçsün.

Dış güçlerin işi, kendi faydalarını maksimize etmek… Merkel’in görevi, Almanya’nın faydasını maksimize etmek mesela. Ama, üstelik de CIA’in kendisini dinlediği ortaya çıktığında bile, üstelik Amerikan politikaları Almanya’nın menfaatlerini —tabii olarak sınırlarken— “ey Amerika” filan diye gürlemiyor. Almanya’da “biz neydik, ne olacaktık” diye düşünen milyonlarca Alman var. “Şu Amerika bizimle haksız rekabet ediyor” diye hisseden, “hadi Amerika’nın haddini bildirelim” desen gaza gelecek milyonlar…

Ama Merkel onları gaza getirmiyor. Aksine, teskin ediyor. Bildiği işi daha iyi yapmaya, bilmediğini öğrenmeye çalışarak, oyundaki hissesini ağır ağır artırmaya çalışıyor. Bir bakıma baban gibi yani… Gerçi evet, baban lüzumundan fazla tedbirli, mendebur bir adamdı.

Ama…

Onun zamanında Ankara’nın göbeğinde ayda bir bombalar patlamıyordu.

Çünkü baban kimsenin ayağına basmıyordu. Sen her önüne gelenin ayağına basacaksın, sonra da “ama ayağıma basıyorlar” diye ağlaşıp duracaksın…

Kaldı ki sana “kimsenin ayağına basma” diyen de yok. Ayağına basılması lazım gelenin ayağına bas tabii ki. Biz de “helal olsun” diye alkışlayalım. Ama eğer bizim canımızı yakabilecek, canımızı yakmasına mani olamayacağın birilerinin ayağına basacaksan, Ankara’nın göbeğinde bombaların patlayacağını da bileceksin. Tıpkı bankadan aldığın krediyi ödemezsen bankanın yakana yapışacağını bilmek gibi… Bankanın yaptığı iş komplo filan değil, Ankara’da bombalar patlatanların yaptığı da… Bankayı veya terörü lanetleyerek düzelecek şeyler de değil bunlar. Eğer banka kredi ödemesi için kapına geldiğinde ödeyebiliyorsan, Ankara’da bomba yüklü araçlar fink atarken onları yakalayabiliyorsan, dert değil, anlıyor musun?

Anlıyorsun.

Ama yine de “bana komplo kuruyorlar” diye ağlaşıyorsun. Çünkü biliyorsun —bilmezsin de seziyorsun— bu daha başlangıç. Bunca aydır yanında gezen, “ağam ne derse haklıdır, mendebur babadan böyle hayırlı evlat, hayret yani” deyip duran, bütün masraflarını karşıladığın için her zırvanı tevil eden güruh da, paraların suyunu çektiğini fark ettikleri anda seni satacaklar. Çalabilmen lazım, bankayı uzak tutman lazım ki onların ağzını kapatacak çeşmeler açık kalsın.

***

Hayko Bağdat “ahmaklar mı, kötüler mi” diye sorup kötü olduğunuza karar vermiş. Bence böyle bir soruya lüzum yok. Çünkü bu ölçekte kötülük, ancak bu ölçekte ahmaklıkla mümkün. Bankadan aldığın krediyi ödemenin de gerekeceğini bilmeyecek kadar ahmak olman, dünyanın nasıl işliyor olduğu konusunda zerre kadar fikrin olmayacak kadar ahmak olman lazım ki, bu ölçüde kötülük yapabilesin.

***

Bundan sonrası o kadar da ahmak, o kadar da cahil olmayanlara… Bizim gibilere…

Canlı hücresinin birçok fonksiyonu için C vitamini lazım. Nereden bulacak? Kendisi sentezler. Evrim sürecinin çok erken safhalarından itibaren beliren organizmalarda, C vitamini sentezlemeyi sağlayan genler var.

Ama insanda yok. Daha doğrusu gen var da, bozuk. C vitamini sentezlemiyor. Yirmi milyon yıla yakın bir süre önce, primatların ataları ayrılmadan önceki bir safhada, C vitamini sentezleyen gen bozulmuş. E peki ne yapacak bu organizmalar? C vitamini sentezleyen organizmaları yiyerek eksikliği kapatacak.

Şimdi büyük resme bakalım.

Eğer bütün bu süreci Allah’ın ince ince planlayıp yaptığını düşünüyorsanız, şuna inanmanız gerekiyor: Allah bir geninizi bozup, sizi —mesela— portakala muhtaç etmeyi tercih etmiş. Siz de o portakalı yiyecek, sonra bir çalı dibinde hacet gidereceksiniz. Portakalın çekirdeği sizin sindirim sisteminizde sindirilmediğinden, o çalı dibine düşecek. Ola ki orada bir portakal ağacı daha yetişecek. Yani portakal, sizin sayenizde, kendi başına ulaşamayacağı yerlere ulaşmış olacak.

Siz kazançlı, portakal kazançlı…

Yok, bu sürecin Allah’ın müdahalesi olmadan geçekleştiğini düşünüyorsanız da çok şey fark etmiyor. Âlemin düzeni, sayısız hata, sayısız risk, sayısız defo barındırıyor. C vitamini sentezleyen gen bozuldu diye o dal kuruyup gitmiyor.

Ama…

Hatayı telafi etmek, hemen her defasında, karşılıklı bağımlılıkları artırmakla mümkün oluyor. Daha karmaşık, daha yoğun bir ağın bir parçası oluyoruz her defasında. Aslında evrimleşen türler değil, ekosistemin bütünü evrimleşiyor.

Eğer bu süreçte, başkalarının işine yarayacak bir şeyiniz varsa, pazarda yeriniz var. “Top benim” diye kostaklanıyorsanız, mahalleli sizi dışlamak zorunda kalıyor. Mahallelinin sizi dışlaması imkânlarını ortadan kaldırmışsanız? O vakit mahalle dışlanıyor.

Eğer DYP vaktinde Tansu Çiller’den kurtulabilseydi, bugün yaşıyor olacaktı. Veya ANAP Mesut Yılmaz’dan… Çiller’den kurtulunamayınca, siyaset ekosistemi DYP’yi oyunun dışına itmek zorunda kaldı.

Eğer DYP’yi de atamasaydı?

O vakit Türkiye oyunun dışına atılacaktı.

Şimdi olacak olan da bu.

Ekim’den beri karamsar öngörülerde bulunuyorum. O öngörülerin temel dayanağı, yukarıda özetlediğim dünya kavrayışı. Benim bildiğim âlem böyle işliyor. Demirören’den, Terim’den, Aziz Yıldırım’dan kurtulamıyorsanız, Beşiktaş’tan, Galatasaray’dan, Fenerbahçe’den kurtulmaktan başka şansınız kalmaz. Eğer onlardan da kurtulamıyorsanız, Türk futbolundan kurtulunur.

Görünüşe göre AKP Erdoğan’dan, Türk siyaseti de AKP’den kurtulamayacak. Bu hususta esas suçlu, elbette, alternatif üretme kabiliyetini tamamen kaybetmiş olan siyaset kurumu. Ama suçlunun kim olduğu, neticeyi nadiren değiştirir. Neticede, Türkiye oyunun dışında kaldı.

Ankara’da, Devlet Mahallesinde, hepimizle alay edilerek patlatılan bombaların söylediği şey bu.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin