Meşruiyet Kaynağı Olarak Niyet

Birileri devlet kuruyor, ötekiler milli takım teknik direktörlüğü üzerinden vatanseverlik ölçüyor, berikiler müfredatı tanzim ediyor, diğerleri nikâha ayar veriyor filan. Bütün bunlar, siz bilmiyorsunuz ama, büyük resme bakmayı bir türlü öğrenemediğinizden fark edemiyorsunuz ama, Reis’i devirmeden huzura ermeyecek olan yeryüzü şeytanlarının işi. Tıpkı Atatürk heykeline saldıranlar, parkta kadınların giyimine heyheylenenler, sakal ve sarıkla polislik yapanlar gibi, aslında Reis yanlısı gibi görünüp memleketi karıştırmaya çalışanların işleri.

Ne Reismiş ama…

Tiksintinin, mide bulantısının bu kadar sıradanlaştığı, olağanlaştığı bir mevsimde konuşmanın, yazmanın bir manası var mı, emin değilim. Zaten demek isteyip de diyemediğim pek bir şey de yok. Yine de —tekrar olacak ama…

Gençken, Milli Mücadele tarihini yeni yeni öğrenmeye başladığımda, “bu ne iş ya” demiştim. Milli Mücadele denen süreçte, Milliciler enerjilerinin, mesailerinin, güçlerinin neredeyse dörtte üçünü Ethem’le dövüşmeye hasretmişlerdi. Güya memleket düşman işgali altındaydı ama savaşın büyüğü —bir yandan da düşmanla savaşıyor olduğu söylenebilecek olan— Ethem’e karşıydı.

Tuhaf görünüyordu.

Henüz bugün kullandığım kavramlara sahip değildim, kendiliğinden örgütlenme, komplekslik filan gibi terimlerim yoktu. Modernlik denen şeyi bugün anladığım manada tarif etmiş değildim. Ve saire… Ama koreografı ve koreografisi olmayan dansları daha sempatik buluyordum. Bürokrasi karşısında ise çaresizliğin verdiği bir nefret duyuyordum. Ethem yani, Kemal’den daha sempatik görünüyordu.

Yanlış bir intibaa yol açmayayım, kararımı vermiş, Ethem’in hatırasının yanında saf tutmuş filan değildim. Aksine, sonradan yapıp ettiklerinin pek çoğuna itirazım olsa da, kendimi Millicilerin yanında hissediyordum. Ama ortada açıklamaya muhtaç bir şeyler vardı.

Açıklamaya muhtaç bir şeyler vardı ve fakat tarihi, o dönemde olup bitenleri daha iyi öğrenmekle, daha çok belge okuyup daha çok malumat biriktirmekle çözülecek bir problem gibi görünmüyordu problem. O vakit bana sorsanız adını muhtemelen koyamazdım ama ihtiyaç, daha çok malumat değil, başka bir kavram haritası idi.

Meseleyi tarif etmeye çalışayım.

Ethem, üzerimize gelen güçlerle, onların metotlarını taklit ederek baş edemeyeceğimiz iddiasındaydı. Bizden çok daha iyi silahlanmış, çok daha örgütlü, imkânları bizimki ile kıyaslanmayacak bir gücün taarruzuna uğramış idik. Onunla, ancak gerilla savaşı vererek dövüşebilirdik.

Buna mukabil Milliciler, Harp Okullarında öğrendikleri şeylerden büyülenmiş idiler. Mesele sadece Osmanlı artıklarının Yunanlılarla dövüşünden ibaret değildi. Aksine, iki dünya tasavvurunun mücadelesi idi. Bir yanda gelenek, öte yanda modern Batılı tasavvur. Eğer muzaffer olunacaksa, ancak o modern Batılı tasavvur öğrenilerek, yani taklit edilerek —çünkü öğrenme dediğiniz şey, özde taklitten ibarettir— olunabilirdi.

Ethem’in kendisini benim burada tarif ettiğim gibi tarif edip edemeyeceğini bilmiyorum. Milliciler için de aynı bilmezlik mevcut. Ama neticede, bugünkü kavramlaştırmalarımla hiç şüphe etmeden söyleyebilirim ki, Milliciler için asıl tehdit Yunan ordusu değil, Ethem idi. Ethem’in hayat hakkı bulmasına yol açan dünya tasavvuru yani…

Bir adım geri atayım. Ethem, bürokratik/merkezi —yani modern— örgütlenme tarzının antitezi olduğuna göre, bana daha sempatik geliyordu ama… Daha önce de dedim, bir yerlerde aksayan bir şey vardı.

O aksayan şeyi bulmam çok vaktimi aldı —Millicilerin Ethem’in hakkından gelmeleri için gerekenden daha uzun süre…

Mesele işin iktisadında yatıyor. Ethem gerillacılık yapıyordu ama gerilla dediğin de neticede beslenmesi filan gereken insanlardı. Yani savaş, her durumda finanse edilmesi gereken bir şeydi. Ethem’in savaşı da öyle… Ethem, gereken finansmanı nasıl sağlayacaktı? Ahaliye gidip, “sizin hürriyetiniz için” diyecek, haraç alacaktı. Kaydı kuydu olmayan vergi yani…

Vermek istemezseniz?

Eh, başınıza neler geleceğini tahmin etmek müşkül değil. Ethem ve çetesi kutsal bir savaş veriyordu. O savaş için canını ortaya koymuştu, filan. O canını ortaya koymuşken siz bir atınızı, şu kadar ekmeğinizi filan kıskanmaya kalkarsanız? Demek ki hainsiniz. Ethem, Ethem’e sorarsanız, haklıydı. Haklılığı, yürüttüğü savaşın kutsallığından kaynaklanıyordu. O haklılık Ethem’e her şeyi helal kılıyordu. Her şeyi… Canınızı, malınızı, ırzınızı… Ethem’e her şey helaldi ve fakat o, muazzam bir alicenaplık sergileyerek, sizden her şeyinizi talep etmiyordu. Sadece ihtiyacı olan kadarını talep ediyordu. Sizin hürriyetiniz için…

“İyi ama, benden aldığını sahiden de benim hürriyetim için ve akıllıca kullanıyor musun” deseniz… Aklınıza böyle bir sual düşse… Yandınız. Ethem denetlenebilir bir şey değildi. Ethem ve çetesinin yegâne meşruiyet kaynağı, düşmanın mevcudiyeti idi.

Yani ortada kendiliğinden örgütlenme filan yoktu. Kendiliğinden örgütlenmiş bir iktisadi zeminde zuhur etmiş kanserdi Ethem. Ekip biçmek gibi, koyun yetiştirip sağmak gibi, yünü kırkıp eğirmek gibi bir yığın faaliyeti bezdirici bulan kim varsa, haraç olarak aldığı bir ata binip, soluğu Ethem’in yanında alabilirdi. Yorucu iktisadi faaliyetleri beceremeyecek ne kadar vasıfsız varsa, onlara gün doğmuştu. Zamanın Hayrettin Karamanlarına, Rıdvan Dilmenlerine, Cem Küçüklerine, Bekir Bozdağlarına, Burhan Kuzularına, Kadir Mısıroğlularına, Yiğit Bulutlarına…

Milliciler ise bir biçimde öğrenmişlerdi ki mücadelenin meşruiyeti niyetinden kaynaklanmaz, metodundan kaynaklanır. Yani en azından artık öyle. Bir vakittir öyle. Artık mücadeleler, eskisi gibi, toplumsal kaynakları bir vuruşma için seferber edip, zarları atıp, kazananın kaybedenin belirlenmesiyle yürütülmüyor. Aksine, o toplumsal kaynakları uzun süreli bir maç için idareli bir biçimde kullanmayı gerektiriyor. Dolayısıyla Milliciler, ta en başından itibaren, meşruiyete ehemmiyet verdiler.

Buraya bir parantez açayım: Daha önce defalarca işaret ettim, Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler’de, tuhaf bir hikâye anlatır. Onun hikâyesine göre Kemal, daha en baştan, adım adım ne yapacağını planlamış, sonra da onları adım adım hayata geçirmiş biridir. Meclis filan yani, orada aksesuar gibidir. Ayak bağı olan, onca işin gücün arasında ikna edilmesi için lütfen mesai harcanan bir aksesuar.

Neden öyle Özakman’ın hikâyesi? Az sonra geleceğim. Şimdilik şu kadarını tekrarlayayım, Özakman fena halde yanılıyordu. Meşruiyet her şeydi. Meşruiyetin en temel bileşeni Meclis idi. Kemal ile Ethem’i birbirinden ayıran en önemli unsur Meclis idi. Keyfiliği meşru olandan ayıran yegâne unsur Meclis idi. Ama Millicilerin meşruiyetlerinin biricik dayanağının meclis olduğunu, “Meclis var, o halde meşruyuz” diye baktıklarını söylemek de manasız olur. Aslında mesele, yukarıda da işaret ettiğim gibi, bir dünya tasavvuru meselesi idi. Meclis, o tasavvurun olmazsa olmazı idi ama her şeyi de değildi. Derin, kuşatıcı bir ideoloji vardı işin ardında. Bir tür düzenli ordu mesela… Harp içinde, harp sırasında oluşturulan bir düzenli ordu. Ordu, kendi tasavvurlarındaki bir orduya benzemeden önce, olabildiği kadar benzemeden önce savaşa girmeme iradesi de gösteriyor ki, Milliciler dibine kadar modern idiler. Batıda gördükleri, Harp Okullarında öğrendikleri kadarıyla, başarılı olan ve ellerindeki imparatorluğu paramparça edenlerle dövüşebilmek için, onların metotlarını taklit etmeleri gerektiğini varsaymışlar, neredeyse tavizsiz bir biçimde de varsayımlarının icaplarını yerine getirmişlerdi.

Bir parantez daha açayım.

Bugün kendilerini Osmanlı’nın mirasçısı olarak gören ve Millicileri mahkûm etmeye çalışan zavallılar, Ethem’in zamanımızdaki muadilleri. Hâlbuki Osmanlı Ethem’inki gibi bir örgütlenme değildi. Kuruluşundan itibaren keyfi bir örgütlenme değildi. Hiç olmadı. Ama sanki öyleymiş de o sayede üç kıtaya hükmetmiş gibi bir zan imal ediyor Erdoğan ve çetesi.

Öte yanda, Millicileri alkışlayacağız diye Osmanlı’yı itin şeyine sokma yarışına giren zavallılar da benzer bir zan imal etmeye çalıştılar onlarca yıldır. Osmanlı keyfiymiş de Cumhuriyet o keyfiliğe son vermiş zannını. Öyle bir Osmanlı yok. Hiç olmadı.

Ama Millicilerin Milli Mücadele sonrasında keyfi bir idare kurabilmeleri için elzemdi o zan. Evet, Milli Mücadeleyi yapan ve yöneten zevat, Milli Mücadele bittikten sonra, birkaç yıl içinde, meşruiyetlerini niyetlerinden devşirmeye heves ettiler. Kemal modern bir projenin üst düzey bir bürokratı olmaktan çıkıp, bir çetenin lideri haline geldi. Turgut Özakman’ın Ethem gibi bir Kemal anlatmak zorunda kalması bu yüzden.

Ethem’inki bir kendiliğinden örgütlenme (self-organization) değildi. Çünkü örgütlenme değildi. Dediğim gibi, bir kanserdi o. Örgütsüz bir güç. Toplumda mevcut olan, bir biçimde üretilmiş ve stoklanmış olan, bir yığın işe yarayan hürriyet arzusu gibi, inanç gibi kaynakları yağmalayarak kendilerine manalı bir hayat devşirmekten gayrı bir derdi olmayan bir yığın kasabalının yığışması…

Kemal, bütün bir Milli Mücadele boyunca kendisine olağanüstü sıkıntılar çıkarmış olan Meclis’i kapatmayı aklından bile geçirmedi diyebiliriz. Aslında bir defa aklından geçirdiğini ama İsmet’in mani olduğunu biliyoruz ama genel olarak Meclis’i vazgeçilmez bir şey olarak gördüğü kesin. Ama savaşı kazanıp meşruiyetini devşirebileceği başka kaynaklara sahip olduğunda… Anında Meclisi ve devleti kendi heveslerinin ve tasavvurunun enstrümanı haline getirdiği da malum.

Daha önce demiştim, o dönemde başlarında İsmet olmak üzere bir heyet, Kemal’i Çankaya Köşkünde enterne edip etkisizleştirmeyi başardılar. Erdoğan’ın yanındakiler benzer bir basireti sergileyemediler. İsmet’ten sonra ise, güya Erdoğan’ın izinden gittiğini söylediği DP, Atatürk’ü Koruma Kanunu filan gibi zırvalıklar imal edip, bir Kemal kültünün zeminini inşa ettiler. Bir yandan da kendileri Ethemleştiler.

Net bakiye şu: Bugün Türkiye’de devlet, meşruiyetini sosyal kesimlerin niyetlerinden devşiren, sosyal kaynakları yağmalayıp yandaşlarıyla üleşmekten başka hiçbir marifeti olmayan bir çeteden ibaret. O kadar uzun süredir böyle ki, başka türlüsünün olabileceği akla bile gelmiyor. Yani devletin meşruiyetinin kaynağının niyetler değil, metot olduğu akla gelmiyor. O yüzden, iki devlet memuru gayrimeşru bir biçimde işlerinden edildikleri için açlık grevi yaparken tutuklandıklarında, metodu tartışamıyoruz mesela. Onların niyetlerini, onları derdest edenlerin niyetlerini filan yarıştırmak zorunda kalıyoruz.

Erdoğan gayrimeşrudur. Her şeyi gayrimeşrudur. Ve sizin, benim o gayrimeşruluğu tartışmamızın önüne geçmek için, mütemadiyen niyetler pazara sürülüyor.

Eh, Atatürk’ün ve niyetinin onlarca yıl boyunca aşırı kullanımının bünyede yol açtığı hasarı hesaba katarsak, bir yığın vasıfsızın kendi saltanatlarını meşrulaştırmak için Atatürk’ü bir kılıç gibi tepemizde sallandırmalarının yol açtığı zehirli birikimi hesaba katarsak…

Olacağı buydu.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin