Modernleşme – Modernleştirilme (Bir Daha)
Ben bir endüstri mühendisiyim. Yani, yapılagelen işlerin pek de doğru bir biçimde yapılmadığını öğrettiler bize. Pirimiz, üstadımız Taylor, işin uzmanı olan işçilerin küreği nasıl tutacaklarını (veya nasıl bir kürekle çalışacaklarını) bile bilmeyebileceklerini, şöyle değil de böyle tutmalarıyla ne kadar verim artışı sağlanabileceğini göstererek önümüzü açmıştı.
Arkası geldi.
İşçilerin işlerini nasıl yapmaları gerektiği, endüstri mühendisliğinin konularının sadece bir bölümü. Artık kömürü küreyen işçiler olmadığına, bu tür işleri makineler yaptığına göre, önemsiz de bir bölümü. Önemli bölümü, karar vericilerin kararlarını nasıl vermeleri gerektiği… Pek çok meslektaşım bilmez ama bir başka pirimiz, üstadımız Ashby de, karar vermeyi optimize etmenin hayalini kurmuştu. Otomatik fabrikalar hayal etmişti. Bir başka üstadımız Ackoff mesela, kendi uzmanlık alanım olan Bilgi Sistemleri alanında onlarca yıl boyunca bir klasik muamelesi gören Management Misinformation Systems adlı makalesiyle, Ashby’nin hayallerinin peşinde koşanları hizaya getirmeye, ayaklarını yere değdirmeye çalışsa da, sonunda Ashby’nin izinden gidenler haklı çıktılar. Neredeyse tam otomatik fabrikalar oluşturulabildi. İnsanın hiçbir şey yapmasını gerektirmeyen, malzeme siparişlerinin tarih ve spesifikasyonlarından, mamul stoklarının kontrolüne kadar bütün süreçlerin optimize edildiği sistemler pekâlâ çalışıyor.
***
Kısaca özetlediğim süreçlerin hepsi —Ackoff’un Ashbygillerle dövüşünün de işaret ettiği gibi— sancılı süreçler oldu. Gitgeller yaşandı. İki adım bir istikamete, bir adım geriye atılması gerekti. Adını bilmediğimiz binlerce insan, Taylorları, Ashbyleri, Ackoffları, ve daha nicelerini yeniden —ve bu şahısların akıllarına bile gelmeyecek biçimde— yorumladı. Sayısız başarısız deneme yapıldı. Az sayıda başarılı deneme başkalarına basamak oldu. Ve saire…
Neticede, bence gelişme olarak nitelenmeyi sonuna kadar hak eden bir süreç yaşandı. Sadece 20. Yüzyıl boyunca, insanoğlunun daha önceki on binlerce yıllık macerasına bakılarak tahmin edilemeyecek bir verimlilik devrimi yaşandı. Bugünkü şımarıklığımızı, hiçbir şeyden memnun olmayan, hep daha çoğunu, daha kusursuzunu talep eden ruh durumumuzu, yeri geldiğinde yerden yere vurduğumuz bu —ve burada adını saymadığım, hatta çoğunun adını bilmediğim— adamlara ve onların tetikledikleri süreçlere borçluyuz.
Mesela Taylor’u yerden yere vurduk. İşçinin emeğinin sermaye tarafından sömürülen artı değerinin yükseltilmesine yol açtı gibi argümanlarla… Mesela Ashbygilleri yerden yere vurduk, insanı imalat süreçlerinden uzaklaştıran, dolayısıyla yığınları işsizleştiren süreçleri tetiklediler diye… Sahiden böyle mi yaptılar? Evet. Yapıp ettiklerini, imalatı rasyonelleştirme adına yaptılar ve imalatın rasyonelleştirilmesinin birçok neticesi oldu. Birçok neticeden sadece biri, işçinin emeğinin daha yüksek verimle sermaye tarafından sömürülebilmesi ve sadece bir başkası da imalatın insansızlaşması. Bu süreçlerin sadece bir başka neticesi de, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, kısa sürede, hayal bile edilemeyecek kadar zenginleşmemiz oldu. Ve sadece bir başka neticesi olarak da, kısa sürede olağanüstü zenginleşmiş sonradan görmeler olarak, her şeyde bir kusur bulan görgüsüz insanlar halini aldık.
Özetlediğim süreçlerin sayısız neticesi oldu yani.
***
Bir netice de şu: İşsiz kaldık. Babalarımızın bir iş yaparak edindiği ne varsa onları, hatta çok daha fazlasını, iş yapmadan edinebiliyoruz. Yani işsiz kalmak, eskiden olduğunun aksine, yoksun kalmak manasına gelmiyor genellikle. Ama işsiz kalmanın başka birçok neticesi oldu. Yüksek Hızlı Trene biniyorum mesela, bir anons silsilesidir gidiyor. Eskiden anonsları, gerçek bir insan, gerçek zamanlı olarak yapardı, anons yapılan yerlerde. Şimdi, besbelli, biri bir düğmeye basıyor, kaydedilmiş anons tekrarlanıyor. Eskiden anonsu yapan, anons yaparken bir çaba harcamış, enerji harcamış oluyor, işini yapmış olmanın ruh huzuruna kavuşuyor, dolayısıyla bir süre boş kalmaya katlanabiliyordu. Şimdi düğmeye basan, kazandığı parayı hak edecek kadar yorulmadığına hükmediyor besbelli, anons biter bitmez yine düğmeye basıyor. O kendisini rahatlatıyor da, yolcular için kâbus oluyor yolculuk.
Yani, işsiz kalmanın neticelerinden biri, yapılması hiç lazım gelemeyen işlerin yapılması oluyor. İşi yapan açısından iş, hayattan aldığı payı hak etmenin bir aracı olarak değerlendirildiğinden, işin yapılmasının lazım gelip gelmediğine de sadece o açıdan bakabiliyor. Size manasız, en azından önemsiz görünüyor olabilir dediklerim. Çünkü muhtemelen siz de, yapılmasa kimsenin bir şey kaybetmeyeceği bir işle hayatınızı kazanıyorsunuz ve o işe bir mana yüklemeniz gerekiyor. Ama emin olun, sözünü ettiğim eğilim giderek artan bir hızla hayatımızı biçimlendiriyor. Yapılmasında kimse için fayda olmayan bir yığın işin neticelerine giderek daha yoğun bir biçimde maruz kalacağız. Çağın problemlerinden biri bu olursa şaşırmayın.
***
Başlangıçta özetlediğim süreçlerin bir başka neticesi daha oldu, durmadan gündeme taşımaya çalışıp duruyorum: İmalatın rasyonelleşmesinde sağlanan muazzam başarı, her alanda benzer bir başarının benzer akıllarla sağlanabileceği zannını uyandırdı.
Mesela…
Tiyatro okulları açıldı. Dünyada tiyatro okulları yokken tiyatrocu kıtlığı çekilmiyordu. Ama tiyatrocu yetiştirme (daha doğrusu tiyatrocu yetişmesi) süreci yerine tiyatrocu imalatı anlayışı kondu. İkisi başka şeyler. Aralarındaki farkın aşikâr olduğunu zannediyorum.
E, peki n’oldu?
Piyasaya her yıl sayısız tiyatrocu adayı arz ediliyor. Tiyatro eğitimi almış birçok kişi… Ama zamanında —yani tiyatro okulları yokken— sahnelerde boy gösterenlerin kıratında tiyatrocu yok ortada. Daha vahimi, artık tiyatro okulları var diye tiyatrolar, özellikle de Devlet Tiyatroları veya Şehir Tiyatroları gibi kurumlar, mektepli tiyatrocuları istihdam etmek zorunda kalıyorlar. Aralarından bazıları diğerlerinden daha iyi oluyor. Ama hiçbiri mesela Hazım Körmükçü veya Genco Erkal olamıyor, olamayacak da…
Dün söyledim, tabiatta mevcut metaller, kendiliklerinden buzdolabı olarak örgütleniyor değillerdi. Ancak biz onları işleyip örgütlersek buzdolabı formunu alabiliyorlar. Ama insanlar, birileri onlara biçim vermeye kalkmasa da tiyatrocu olabiliyorlardı. Şimdi de olabilirler ve fakat kabiliyetlerini sergileyecek sahne bulmaları giderek zorlaşıyor.
***
İmalatın rasyonelleşmesi iyi bir şeydi.
Bal da tatlı bir şey. Tatlı diye onu her yemeğe katmıyoruz, gidip yastığımızın üzerine boca etmiyoruz değil mi?
Yastığın üzerine boca etme misali, Bauman’ın Postmodernity and Its Discontents adlı kitabından mülhem. Bauman düzen anlayışımızın, her şeyin bir yeri olduğu ve ancak her şey yerinde olunca düzenin sağlanabileceği esasına yaslandığını iddia ediyor ve mesela tabakta pek makbul olan bir yemeğin yatak odasında, yastığın üzerinde biçimsiz olduğu misalini veriyordu.
Ama işte imalatın rasyonelleştirilmesi sürecinde işe yarayan yaklaşımları her alana transfer etmekte tereddüt etmedik. Kim bu etmeyen bizler? Dikkatli bakın, göreceksiniz: Modernleştirilmiş olanlar. Modernleşmiş olanlar, yani —son üç yüzyılda gerçekleştirilen başka pek çok şeyle birlikte— imalatın rasyonelleştirilmesi süreçlerinde de en büyük hisse sahibi olan toplumlar, tiyatro okulları açsalar da sahnelerini sadece o mekteplerden mezun olanlara sınırlamakta o kadar hevesli davranmıyorlar. Futbolcu yetiştirme davaları filan olmadığı için, Federasyonları ikide bir yabancı futbolcu oynatma kurallarını değiştirmeye filan kalkmıyor.
Veee… Siyasi partileri, bizim partilerimizin holding genel merkezini andıran binalarına benzer binalarda, genel başkanlarının bir fabrikayı kadroluyor gibi seçtiği insanların faaliyetlerini yürüttükleri kurumlar değil. Modernleşmiş toplumlarda kimse siyaseti, futbolu, tiyatroyu, müziği ve başka birçok şeyi rasyonelleştirmeye filan kalkmıyor.
O vakit de işte, ortada dava mava kalmayıveriyor. Zavallılar.