Ne Günlere Kaldık
Geçenlerde Digitürk’te kısa aralarla iki film seyrettim. Alakasız hayatları konu alan filmlerin her ikisinde de benzer bir detay vardı. Temel karakterler işlerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya idiler.
Küçük kıyamet olarak adlandırılır ya, işini kaybetmenin sinemaya konu olmasında alışılmamış bir yan yok. Mesele şu ki, bu filmlerin birinde kadın karakter dizi film senaryosu yazan biriydi. Diğerindeki erkek karakter ise reklam müziği yazıyordu. Hollywood yapımlarında işini kaybetme hikâyelerine alışıktık ama böyleleri yeni. İşçiler işini kaybedebiliyordu. Avukatlar, sanayi sektöründe yönetici olanlar filan… Reklam müziği veya TV dizi senaryosu yazmak gibi işler, eskimiş, ömrünü doldurmuş işlerin yerini alan, taze işlerdi. Kendine güveni eksiksiz, zımba gibi gençlerin yaptığı, istikbalin işleri…
Hollywood’u birçok bakımdan eleştirebiliriz. Ama eğilimleri yakalamakta ustalığını tartışmak herhalde yersiz olur. Hollywood senaristlerinin sokaktaki iktisadi durumu, Maliye Bakanı Şimşek’ten veya Kılıçdaroğlu’ndan çok daha iyi teşhis ettiklerine kalıbımı basarım yani.
Eğer bir Hollywood yapımında, yaşlanmış olmayı âşık olduğu genç bir erkekten yıldız yaratarak ertelemeye heves eden kadın, bir hukuk bürosunda kıdemli bir avukat değil de bir dizi film yazarıysa, mutlaka sebebi vardır. Veya boşandığı karısının aşağılamalarına genç bir kadının desteğiyle ancak baş kaldırabilen adam, bir fabrika müdürü değil de reklam müziği yazarıysa, bu sektörlerde çözülme başlamış demektir.
Anlaşılan o ki, daha on yıl önceki filmlerde seyrettiğimiz, burnundan kıl aldırmayan, iş beğenmeyen, biraz züppe, bir hayli neşeli, çok yaratıcı genç senaristler, müzisyenler, aradan geçen kısa süre içinde, bu süreyle kıyaslanmayacak kadar çok yaş almışlar.
***
Daha dün en garantili görünen işler bile bugün statülerini kaybetmişse, “ne günlere kaldık” demekten başka çare yok gibi. Ama memleketin istikbaline talip olanların benzer hayıflanmalarla oyalanma lüksü de yok. Her şeyin olağanüstü bir hızla eskidiği, yaşlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Nevzuhur işler bile eskimişken, tarihin kalıntıları arasından fabrikalar çıkarmanın ne mana taşıdığını varın siz düşünün.
Kimsenin fabrika işçisi olmakta bir istikbal gördüğü yok. Eğer reklamcı, gitarcı, futbolcu, yönetici filan olamayacaksa, ancak yazılımcılık, hekimlik, öğretmenlik filan gibi işlere razı olan gençler yaşıyor çevrenizde. İşsizler evet, ama iş beğenmiyorlar. İş beğenmemekte de haksız değiller.
Kürtler büyükşehirlerin varoşlarına, fabrika işçisi olma hayaliyle yığılmadılar. Pek çoğu fabrika işçisi de olmadı. Olanlar da çocuklarının fabrika işçisi olmamasını sağlama ümidiyle işçiliğe razı geldi. Türkiye’deki herkesin hayalleri, Türkiye’yi yönetmeye talip olanların onlara yakıştırdıklarından çok daha büyük. Şimdiden söyleyeyim de, seçimden sonra ahaliye sövmeye başlandığında hatırlatmaya hakkım olsun.
***
Bu Güneydoğu’ya fabrika hikâyesi bazılarının hoşuna gidiyor elbette, ben de farkındayım. Kendisi fabrikaların kapısından içeri girmemiş, çocuklarına da fabrikayı hiç yakıştırmayan birilerinin… “Hah işte, CHP’nin de bir projesi var” diyorlar. Mesele şu ki, onlar zaten CHP’ye rey vereceklerdi.
Ve daha mühimi, asıl hedef kitle de farkına varır tez zamanda, “kendilerine yakıştıramadıkları şeyleri yine bize müstahak görüyorlar” diye okur bu hikâyeyi.
Cemalettin N. TAŞCI