Neferlerle Bu Kadar
Yine bir milli maç fiyaskosu yaşandı ve yine bildik klişeler dört bir yandan fışkırdı. Memleket topraklarının altında petrol yok ama sınırsız klişe rezervimiz var anlaşılan. Her sarsıntıda yırtılan her faydan —ister milli takım tuş olsun, ister Kandil Kobani’yi bahane edip gücünü test etmeye teşebbüs etsin, ister madenlerin birinde bilmem kaç işçiyi daha telef edelim— tastamam aynı laflar tekrarlanıp duruyor.
***
Bir vakitler bir yerlerde, İnebahtı ile Mora isyanını özetleyip, “yıldızınız yükseliyorsa kaybetseniz bile kazanmış gibi anlaşmalar yapabilirsiniz ama eğer yıldızınız düşüyorsa kazansanız bile nafile” demiştim. Yıldızın yükselmesi veya düşmesi lafın gelişi elbette. Fabrikada her bir tezgâhı muazzam bir performansla kontrol ediyor olsanız da, fabrikanın performansının başka faktörlere bağlı olduğunu söylemekti derdim.
Bu tespiti, kendimce, çok küçük yaşlarda yapmıştım. Dolar denen emtiayla ilk aşina olduğum yıllarda… Bizim memlekette, doların yükselmesi kıyamete eşdeğerdi. Bir ara düşecek gibi oldu, kendimce “oh” demeye kalktım ki durum öyle bir ferahlamaya uygun değilmiş. Çünkü dolar düşünce de biz kaybediyormuşuz, Amerikalılar kazanıyormuş.
Nasıl oluyor bu iş?
Çünkü mesele doların fiyatı meselesi değil, doların kimin parası olduğu meselesi.
***
Milli takımın performansı başka faktörlere bağlı. Kimse inkâr etmiyor zaten. Kimse “Terim’i değiştirelim, problem çözülsün” filan demedi. (Ama Kazakistan maçında bir kazaya daha uğrarsak denecek ve Terim ile şürekâsı şimdiden tedbirlerini alıyorlar.) Kimse “falanca yerine filanca oynasaydı” da demedi. E ne dendi? “Yeniden yapılanmamız lazım” dendi özetle.
İyi de biz zaten yeniden yapılanıyorduk. Terim sadece Milli Takım Teknik Direktörü olarak değil Türkiye Futbol Direktörü olarak görevlendirilirken, derdimiz zaten buydu. Futbolda milli takım seviyesinde daha hassas işler işleyerek çözülemeyecek problemler vardı ve yapısal bir müdahale gerekiyordu. Terim de onları yapacaktı. Filan.
Futbola yapısal bir müdahale gerekiyor. Mesele şu ki, memlekette yapısal müdahaleler bile, fabrika mantığıyla ele alınıyor. Ne yapacakmışız, şöyle genç yetenekleri tarayacak bir organizasyon kurup… Filan.
***
Durmadan söylüyorum, siyaset ile futbol tastamam aynı dinamiklere sahip. Aradaki fark şurada: Kulüplerimiz yılda birkaç defa yabancı akranlarıyla, milli takım da yabancı akranlarıyla karşı karşıya geliyor. Ama mesela AKP Alman Hıristiyan Demokratlarıyla veya CHP İngiliz İşçi Partisiyle maç yapmıyor. Dolayısıyla rezalet, kimsenin görmezden gelemeyeceği kadar bariz bir biçimde ortaya çıkmıyor. Erdoğan’dan veya AKP’den efsaneler üretilebiliyor.
Yani ki, AKP herhangi bir Avrupa ülkesinin muhafazakâr partisiyle maç yapacak olsa, emin olun skor Brezilya maçından daha acı verici olur. Çünkü Türkiye ile Almanya arasındaki tayin edici fark başka yerde.
Nerede?
Demeye çalışıp duruyorum ki, Almanya’da iktisada da, siyasete de, futbola da, yeni bir fikirle, yeni bir heyecanla, yeni bir kimlikle eklemlenmeniz mümkün. Almanya soğuk bir ülke. Türkiye ise sıcak, burada hiçbir sürece siz, kendiniz olarak eklemlenemezsiniz. Ancak taraflardan birine nefer olarak yazılabilirsiniz.
Neferler de bu kadarını yapabilir.
***
Türkiye’nin yıldızı yükseliyordu. 80’lerde “biz neden Romanya’dan geri olalım ki” sorusu sorulmuş, memleketin ruh hali değiştirilmişti. Yani bu soruyu soranlar, betonlaşmış blokların arasındaki çatlaklardan başını çıkartmaya teşebbüs edince tepelerine binilememişti diye okuyun siz bunu. Denizli ve Terim gibiler o dönemde zuhur ettiler. Planlanmadılar. Kimse onları tasarlamadı. Sadece memleketin iklimi “ben de bu sisteme, yeni iddialarla eklemlenmek istiyorum” diyenleri imha edemeyecek şekilde değişmişti.
Terim o iklimde yetişti ve o dalganın üzerinde yol alarak, yıllar sonra Galatasaray’la Avrupa şampiyonu oldu.
Sonra, ağır ağır, memleket ısınmaya devam etti. Futbolda yegâne performansın Avrupa Şampiyonu olmak olduğu kavramını betonlaştırdı Terim. Kendisinin eklemlenmesiyle sistemin tamam olduğu, artık kimsenin eklemlenmesinin gerekmediği algısını inşa etti. Başkalarının eklemlenebilmesini imkânsızlaştırdı. Halbuki Almanya’da Bayern futbolu —her türlü ölçülebilir faktör açısından— domine edip dururken, mesela Ruhr derbisinde Dortmund-Shalke maçları ehemmiyetini kaybetmemişti. Bu sayede —dibe vurmuş, iflas etmiş— Dortmund, alternatif bir modelle hayata dönebildi. Hem Bayern’i ve hem de Almanya milli takımını besledi.
Aynı dönemde Türkiye’de, mesela Bursaspor’un şampiyonluğu, gece geçen gemi gibi, geçip gitti. Halbuki Bursaspor, Konyaspor’a, Gaziantepspor’a, Kayserispor’a ilham verebilirdi. Eğer öyle olaydı, şimdi Futbol Federasyonu’nun futbolcu fabrikaları kurması gibi tuhaf akıllara hiç ihtiyaç kalmazdı. Türkiye’nin kulüpleri, zaten asli işleri olanı yapıp, futbolcu yetiştiriyor olurlardı.
***
Neyse, uzatmayayım. Yazdıkça serinliğimi kaybediyorum, içim ısınıyor yine.
Futbol Direktörlüğü, futbolcu fabrikaları kurmayı gerektirmiyor. Futbolcu yetiştirmek için hevesi, fikri, iddiası olanların kendisine yer bulabilecekleri sahneler inşa etmeyi gerektiriyor. Tıpkı Başbakanlığın veya Cumhurbaşkanlığının “ben yaptım” demek yerine, “sizin yapmanız için fırsat yarattım” demeyi gerektirmesi gibi.
Ama memlekette her şey tam ters istikamette. Birilerinin farklı fikirlerle, farklı hayallerle, farklı iddialarla ortaya çıkıp sisteme eklemlenmesi, memlekette herkes için, elinde bir kudret olan olmayan herkes için, hatta kendince yeni fikirleri olan nadir insanlar için bile bir kâbus. Herkes nefer olarak yazılacağı bir ordu arıyor.
Eh, neferlerle de bu kadar.