Nixon ve Erdoğan

Geçende bir arkadaşım hatırlattı: Erdoğan Nixon’ı, en azından Oliver Stone’un anlattığı Nixon’ı andırıyor. Kendisinden önce gelenler, genellikle, makbul okullarda okumuş, doğru dürüst işler becermiş gibi görünen, makbul, kravatlı, Cumhuriyet çocukları idi. Buna mukabil Erdoğan —tıpkı Nixon gibi— en azından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturana kadar, dişe dokunur bir performans sergilememişti. Sistemin makbul çocuklarına da hiç benzemiyordu.

Daha ilk günden Erdoğan’ın bende bıraktığı intiba şöyle: İlkokul üçüncü sınıfta 23 Nisan törenlerinde şiir okumak istemiş, öğretmeni daha beyaz görünümlü bir arkadaşını ona tercih etmiş, bu travma da Erdoğan’ın hayatına istikamet vermiş gibi… Oradaki mağlubiyeti kendi vasıflarının kifayetsizliğinden değil de dindar oluşundan bilmiş, intikam duygusuyla büyümüş, kendisi gibi olduklarından hiç şüphe etmediği milyonları da tabii müttefik olarak görmüş.

Travmanın yegâne neticesi bu da değil. Bir yandan da o 23 Nisan’da kendisine müsaade edilmeyen şeyi, yani ilkokul üçüncü sınıf müsamere ağzıyla lügat paralamayı, her fırsat bulduğunda —fırsat bulmak ne demek, mütemadiyen fırsat yaratarak— üstümüze boca ediyor. İnsan bir yandan o öğretmene kızıyor, bıraksaydı da biz şimdilerde Erdoğan’a maruz kalmasaydık diye. Ama öte yandan da hak veriyor, şimdi, altmışlı yaşlarda, Başbakanlık koltuğunda otururken böyle konuşan biri, on yaşındayken kim bilir ne katlanılmaz ölçüde yavandır.

Elli küsur yıl önce, bir 23 Nisan töreninde tastamam da böyle bir şey yaşanmamış olabilir. Ama buna benzer bir vakanın yaşandığından ve Erdoğan’da derin izler bıraktığından neredeyse eminim.

***

Neyse… Nixon’a dönelim. Nixon da Erdoğan gibi, koltuğu korumak için her yolu mubah gören biriydi. Amerika’nın bütün Demokratlarını, kendisini koltuktan uzaklaştırmaktan başka gailesi olmayan düşmanlar olarak görüyordu. Zayıf ve korkaktı, tıpkı Erdoğan gibi. Dolayısıyla, güçlü ve kendilerine güvenen düşmanlarına karşı tek başına sürdürdüğü savaşta her türlü kanunsuzluğu kendisine hak görüyordu. Ne de olsa mücadele çok asimetrikti.

Öte yandan, Cumhuriyetçilerin hepsi Nixon gibi değildi elbette. Onların çoğu da Nixon’ınkinden daha kıymetli diplomalara sahiptiler. Makbul koro çocuklarıydı hemen hepsi. Dolayısıyla Nixon’ın şahsi hesaplaşmasında onun yanında durmadılar. Daha doğrusu Nixon’ın savaşına, Nixon’ın yüklediği manayı yüklemediler. Olayı bir ölüm kalım savaşı mertebesine yükseltmediler. Nixon onları birer birer harcamak zorunda kaldı. Dolayısıyla en içteki çemberde bile sayısız yaralı rakip bıraktı.

Sonra, Oliver Stone’un anlattığı kadarıyla, en has adamı olduğu halde kendisini çoktan satmış olan Kissinger gelip, “buraya kadar, sistem bundan fazlasını kaldırmaz” dediğinde, maç da bitti. Nixon ile Erdoğan, ABD ile Türkiye arasındaki benzerlikler de burada bitiyor. Erdoğan’ın bir Kissinger’ı yok. TOBB’daki rezilliğin hemen ertesi günü, İl Başkanları toplantısında, bir gün öncesini bile aratacak seviyesizliği ve insaniyetsizliği sergilerken, salonda, bırakın eleştirmeyi, onu alkışlamamayı becerebilecek bir tek kişi çıkmadı.

***

Filmin en dramatik sahnelerinden birinde Nixon, Beyaz Saray’dan ayrılırken, Kennedy’nin fotoğrafının önünde durup, “sende olmak istediklerini gördüler, bende ise ne olduklarını” diyordu. Mesele şu ki, toplumlar, genel işleyişleri içinde, olmak istediklerini temsil eden başı taçlandırırlar. Çünkü oldukları halin hiç de yakışıklı bir hal olmadığını her toplum bilir. Hisseder yani. Bence Amerikalılar Nixon’un da olmak istediklerini temsil edeceğini ümit etmişlerdir. Türkiye’de Erdoğan’a oy verenler de öyle bir ümit taşıyorlardı. Çünkü, dediğim gibi, bu zaten olağan haldir. Toplumların bağışıklık sistemlerinin tanımadığı birer vaka Nixon ve Erdoğan.

Nixon, Amerikalıların olduğu hali temsil eden biri olabilir, mensup olduğu sosyal kesim, diploması, hayatı kavrayışı ve saire sebeplerle. Ama Beyaz Saray’a çıktığında, daha akıllı davranabilir, hem Amerikalıların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlar, hem de kendi hayatını kolaylaştırabilirdi. Aklı kâfi gelmedi. İntikam duyguları aklının önüne geçti. Tastamam aynı senaryo Erdoğan için de geçerli oldu. Kendisine yazık etti.

Erdoğan’ın kendisine yazık etmesini elbette dert edecek değilim. Ama “buradan öte gidemezsin” diyen birinin mevcut olmadığını hesaba katarsak, Erdoğan’ın kendisini imha ederken memlekete ne kadar zarar verebileceğini tahmin etmek zor.

***

Ve mesele, tekrarlayayım, 12 Eylül rejiminin inşa ettiği siyaset düzeninden kaynaklanıyor. Eğer Genel Başkanlık makamı bu kadar güçlendirilmemiş olsaydı, AKP içinden birileri şimdiye kadar çoktan Erdoğan’ı sınırlandırmak üzere harekete geçmiş olurdu.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin