Öğrenciler İçin…
Geçen gün bıraktığım yerden devam edeyim. Bu defa, az bildiğim, hiç anlamadığım sinema yerine bambaşka bir sektörden yardım alarak…
Üniversitede okurken, bize, mesela Diferansiyel Denklemler dersinde, sanki matematikçi olacakmışız gibi davranıldığını hissetmiştim. İş Hukuku dersinde sanki hukukçu olacakmışız, Muhasebe dersinde sanki muhasebeci olacakmışız gibi… Sonradan, o dönemdeki intibaımın haksız olduğunu, esasen müfredatın bir hayli seyreltilip bize göreleştirilmiş olduğunu fark edecektim ama okurken kanaatim buydu.
Bir dönem Malzeme dersi verdiler bize be Metalürji Mühendisliğinden genç bir hoca geldi derse. Daha öncekilere itiraz etmeyi göze alamamıştım, bu genç adamı gözüme kestirip ona patladım. “Yahu biz Metalürji Mühendisi mi olacağız” gibilerden. “Yok, ama mühendis olacaksınız ve en çok iki yıllık eğitimle diğer her mühendislik diplomasını alabilir bir eğitimden geçmiş olmalısınız” gibilerden, serin ve makul bir cevap vermişti, hadsiz taarruzuma.
Meselenin çok başka bir şey olduğunu, ancak Açıköğretim kurulurken anladım. İlk Açıköğretim kitapları olağanüstü bir emeğin ürünüydü. Ama esas fark emeğin yoğunluğunda değil zihniyetteydi. O kitapları hazırlayan ekibin tepesindeki dostlarımdan biri meseleyi şöyle özetlemişti: Genel olarak ders kitapları öğrenci için yazılmaz, meslektaşlar için yazılır. Yani, diyelim bir İş Etüdü kitabı yazıyorsanız, “öğrenci bu kitabı okuyup şunları öğrensin” amacı varsa, ikinci plandadır. Yazarın hedef kitlesi meslektaşlarıdır. Kitabına bakıp kendisi hakkında ahkâm kesecek olan kitle meslektaşlarıdır çünkü.
Godard’ın yaptığı sinema, meslektaşlarına hitap eden bir sinema idi. Zemeckis’in yapmak istediği ise seyirciye hitap etmekti. Yol ayrımı bu kadar basit ve net.
İmdi…
Ders kitaplarını meslektaşlarınız için yazarsanız ne olur? Meslektaşlarınızdan övgü alırsınız. “Alana yaptığınız katkılar” filan övülür. Ama öğrencilere bir faydanız olmaz. Öğrencilere derste sizin kitabınız önerilir ama onlar gidip Schaum Series kitaplarına müracaat ederler mevzuu öğrenmek için.
Dünya böyleydi ve giderek böyle oluyordu. Giderek böyle olması ne demek? Bir yanda birbirlerinin yaptığını alkışlayan birileri, dışarıda ise yığınlar halinde bölünmüş olan dünya vardı zaten. O birbirlerinin yaptığını alkışlayanların birbirlerini giderek daha çok, dışarıda kalanları da az umursadıkları bir dünyaya doğru yol alıyorduk. Bu arada, dışarıda kalanların hayali, alkışlayanların ve alkışlananların arasına katılmaktı. Birbirlerini dirsekleyerek yukarı çıkmaya çalışanların bir bölümü başarıyor, alkışlanan ve alkışı mana taşıyanların arasına girebiliyordu.
Dünyayı hep böyle tasnif etmiş olduğumu iddia etmiyorum. Yine de alkışlanan ve alkışı mana taşıyanların pek çoğunun hiç de matah insanlar olmadığını çok erkenden fark etmiştim. Ama (a) bu tür zevat Türkiye gibi ülkelerde daha çoktu, başarılı ülkelerde işler öyle olmuyordu, (b) arada birileri vasıfsız diye alkışlananları genel olarak hafife almak doğru değildi ve dolayısıyla (c) sistemin kendisinde bir kusur yoktu, münferit hatalar, sistemin zaafını istismar eden sınırlı sayıda insan vardı, sistem daha iyi işler hale getirildikçe (siz onu “liyakat sahipleri yükseldikçe” diye okuyun) o arızalar da seyrelecekti, demek ki (d) üstüme düşeni yapıp alkışlanan ve alkışı değerli olanların arasına katılmak için çabalamam ve sistemi istismar etmemem gerekiyordu.
Kendimce öyle davrandığımı düşünüyorum. Hak etmediğim alkış karşısında hep mahcubiyet duydum. Alkışı sahiden hak ettiğini düşündüğüm insanlardan alkışı kıskanmadım. Sistemin daha iyi işlemesi için neler gerektiği hususunda kafa yormayı da sürdürdüm. Bir süredir, daha net olmak gerekirse altı, yedi yıldır, sistemin kendisinin kusurlu olduğundan şüpheliyim. Daha doğrusu, sistemin kusurlu olduğunu düşünüyorum ama bütün gençliğim ve orta yaşlılığım boyunca edinmiş ve sahiplenmiş olduğum anlayışla davranmaktan kaçın(a)mıyorum.
Şöyle söyleyeyim: Godard mühimdir ve kıymetlidir. Sinema Godard’ın yaptığıdır. Eğer yapılacaksa onun anlayışı ve metodolojisiyle yapılması gerekir. Godard ol(a)mayacaksan sinema yapmaya da kalkmayacaksın. Böyle düşünüyordum. Ve mesele, sizin de kolaylıkla fark edebileceğiniz gibi, anlayışın ta göbeğinde. Eğer Godard olmayacaksam sinema yapmamam gerekiyor. Sinema yapmayacaksam, o halde Godard’ın yaptığı sinema benim için değil. O halde sinema izlememem de gerekiyor. Daha doğrusu sinema izleyicisi olmam manalı değil.
Sistemin çatladığı yer burası. Ta başından —yani varsayımları itibariyle— saçma bir sistem içinde büyüdük ve yaşlandık. Buna rağmen sistem iş yaptı. Neden? “Yanlış varsayımlarla kurulmuş sistemler faydalı işler yapamaz” gibi bir varsayım temelden yanlış, işe bu seviyede itiraz etmeye kalkmayacağım. Pratikte bu sistem iş yaptı çünkü her yıl çok sayıda Godard’a yer açıldı, çok sayıda profesörlük kadrosu açıldı, çok sayıda ders kitabı yazılabildi. Ortaya çıkan ürünlerin işe yaramaması problem değildi, çünkü “altta olanların” arasından çok sayıda insana vaatler açıktı. Yığınlar, bir sonraki Godard, bir sonraki profesör olma hayaliyle davrandıkça, sistem meşruiyetini korudu.
Şimdi?
Bir sonraki Godard, bir sonraki profesör olmak, bir süredir neredeyse imkânsız. Çünkü Godard’ın pozisyonu Godard’ın —maddi veya manevi— çocuklarına, bir sonraki profesör kadrosu emekli olmuş bir profesörün çocuğuna tahsis edilmiş durumda. Dolayısıyla da yığınlar sistemden desteklerini çektiler.
Son derece karmaşık bir mevzuu, olmaması gerektiği kadar sadeleştirdiğimin farkındayım. Bir iskelet olsun diye bu sadeleştirmeyi göze aldım. Benzer sadelikte söyleyeceklerim de tükenmedi ama şimdilik burada keseyim. Kısmet olursa, “Küçük Adam Ne Oldu Sana”larla, Voznesenskilerle filan devam ederiz.