Orta Doğu Çeteleri
Musul’da neler oluyor, bilmiyorum. Ama işin nereye doğru gideceğini az çok kestirmek o kadar da imkânsız değil.
Önce biraz tarih.
1970’lerde Türkiye’de, Türkiye’nin dünya üzerinde hak ettiği saygıyı göremediğini hisseden, bunu içine sindiremeyen, bu itilmişliği içine sindirmiş ebeveynlerinin pasifizmine içte içe hınç duyan akranlarım, memleketin kaderine başkaldırmışlardı. Bir bölümü kendilerinin Marksist olduğunu düşünüyorlardı ama hepsi de sapına kadar milliyetçi idiler. Enternasyonalizmle, başka ülkelerin işçilerinin kaderleriyle filan hiç alakaları yoktu. Türkiye’yi, dünya milletler liginin saygıdeğer bir ülkesi olarak görmekten gayrı bir hassasiyetleri olduğu çok şüphe götürür.
Bütün bunlar dert değildi. Ama birileri, kanı kaynayan ve memleketin kaderini içlerine sindiremeyen bu çocukların eline silah verdi. Silah, bir canı alabilme imkânını tanır, elinde tutana. Demek ki, bir canı bağışlama imkânını da… Dolayısıyla silah, onu taşıyana Tanrısal bir güçle donanmış olduğu hissini verir. Kendisini o kadar güçlü hisseden biri, hele bu güçle baş edebilecek duygusal donanıma sahip de değilse, dünyanın nizamının kendisinden sorulduğu hissine kapılabilir.
İnsanın biyolojisinin şöyle bir dinamiği var. Dünyayı, kanınızda o hormonlar dolaşmasaydı nasıl görecekti olduğunuzu asla bilemezsiniz. Dünyanın sizden sorulduğunu hissediyorsanız, öyle hissetmemenin de mümkün bir hal olduğunu asla akıl edemesiniz. Hiçbir şey de akıl etmenize yeterli olmaz. Ta ki, sizin gibi hisseden ve fakat dünyanın nizamını sağlamanın sizi yok etmekten geçtiğine iman etmiş başka birinin, elindeki silahın namlusunu size doğrulttuğunu görene kadar… Tanrılık, o namludan çıkan kurşunun sizi de yok edeceğini idrak ettiğiniz anda biter. Ancak o anda…
Nereden biliyorum? Bu çılgınlığın ta içinde, etrafımdaki insanların nasıl olup da çılgına döndüklerini anlamaya çalışmakla yaşadım yıllarca, oradan biliyorum. Hepsi de okumaya gelmiş çocuklardı. Okuyacak, okullarını bitireceklerdi. Ama arada, hazır fırsat çıkmışken, memleketi de hal yoluna koyuvermeye kalkmakta hiçbir tuhaflık görmüyorlardı.
Şimdi Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyini, şöyle Allah’ın muradına göre tanzim etmek için gündelik meşgalelerine kısa bir mola vermiş olan çocukların, tastamam benzer bir ruh haline sahip olduğunu düşünüyorum. Kendi akranlarımı, Ankara’da polis ve asker olmadığı bir ortamda hayal ediyorum. Nasıl coşkuyla birbirlerini öldürürlerdi, tahmin etmek hiç zor değil.
***
Sizi kesmedi mi? Biraz da sinema o halde.
Scorsose’nin New York Çeteleri diye bir filmi vardı. New York’un kenar mahallelerinde itilmiş bir halde yaşayan New Yorklular, ikiye ayrılıp, benim akranlarımın sahip olduğu silahlara bile sahip olmadıkları halde, sopalarla, bıçaklarla, muştalarla, birbirlerini tarumar edip duruyorlardı. Filmi seyrederken, şiddetin kendisini yeniden üretmesinin tabiiliğine o kadar kaptırmışım ki kendimi, bu sarmalın ancak kendisini üreten herkesi yutup yok ettiği zaman durabileceğini hissetmişim. Dolayısıyla askeri gemiler New York limanına yanaşıp, ayrım gözetmeden, New York’un bütün malum mahallelerini bombalamaya başladığında, yumruk yemiş gibi olmuştum.
Çok vahşi, anlatılamayacak kadar vahşi bir müdahaleydi, gemilerin mahalleleri bombalaması. Film boyunca şahit kılındığımız şiddet, bir biçimde katlanılabilir bir şeydi. Tedhiş yaratmak için akla gelmeyecek vahşilikler sergileniyor olsa da, orantılı güçlerin birbirleriyle yaptıkları bir mücadeleydi. Ordunun müdahalesi ise, ayrım gözetmiyor olması dışında hiçbir ahlaksızlığı olmayan, akıldışı vahşet gösterilerine tevessül etmeyen bir müdahaleydi. Ama orantısızdı.
Yine de şunu teslim etmek gerekiyordu: Ya böyle orantısız ve kurunun yanında yaşı da yakan bir yangını imal edecektiniz veya New York mahallelerindeki yangın, her şey yanıp kül olana kadar sürüp gidecekti.
Musul’da da ya biri olacak, ya öbürü.
***
New York Çeteleri filminin afişinde, filmin adının üstünde, “Amerika Sokaklarda Doğdu” ibaresi yer alıyordu. Postmodern Orta Doğu da, bu arbedenin artıklarıyla kurulacak.