Oyun
Rahmetli anneannem, kendisini dolandıracaklarını bile bile birileri ile iş tuttuğu için ona sitem ettiğimizde… Ya suçluluk hisseder veya cepheden taarruza geçerdi ama her iki durumda da aynı lafı ederdi: “Oynamasan oyun bozulur.” Tahmin edebileceğiniz gibi, eğer suçluluk hissediyorsa, usulca, “e ne yapayım canım, oynamasan oyun bozulur” derdi, şartları taarruza elverişli hissediyorsa “ne olmuş, oynamasan oyun bozulur” diye gürlerdi.
Oynamasan oyun bozulur.
Oyun! Yani game.
***
Akıl Oyunları filmi sayesinde Game Theory moda olduğunda, bir İnternet listesinde, hekim arkadaşlardan—yani matematikle pek alakası olmayan— biri, “nedir bu iş arkadaş, aydınlatın” dediydi. Ben de kendimce demeye çalıştıydım ki, matematik, mevcut haliyle, dünyayı modellemekte kifayetsiz kalıyor. Game Theory o yetersizlikleri giderme arayışlarından biri.
Bir futbol maçı mesela, bir game. Maç başlamadan önce iki taraf hakkında elinizdeki verileri masanın üzerine döküp, bildiğiniz en karmaşık matematiksel modelleri de istihdam etseniz, maçın neticesini tahmin edemezsiniz. İki takım daha önce birbirleri ile ve başkalarıyla onca maç yapmışken, elinizde neredeyse sınırsız istatistik birikmişken, sınırlı bir alanda, sınırlı sayıda insan, sınırlı sayıda kuralla sınırlandırılmış bir faaliyette bulunduğu halde…
Ama 2019’da yapılacak olursa, seçimin neticesini şimdiden tahmin edebiliyorsunuz.
Gördüğüm kadarıyla kimse de seçim neticesinin şıp diye tahmin edilivermesinde bir tuhaflık görmüyor. Aksine, eğer “ne bileyim canım” diyecek olursanız, “bunca yıldır bu işlerin içindesin, nasıl olur da tahmin edemezsin” diye sitemlerle karşılaşıyorsunuz.
Bundan sonra yapılacak ilk seçim bir game. Çünkü öncekiler de öyleydi. Üstelik —herhangi bir futbol maçından farklı olarak— seçimde kimlerin aday olacağını, nasıl oynayacaklarını, hangi alanları oyuna açacaklarını filan bilmiyoruz. Neticede yaratıcılığın —teorik olarak— sınırı yok.
Yine de bir futbol maçının neticesini tahmin edemeyenler, ne zaman yapılacağı bile belli olmayan seçimin neticesi hakkında hassas tahminlerde bulunmakta bir beis görmüyorlar. Neden? Çünkü zavallı memleketimde siyaset, bir game olmaktan çıkarılmış, bir tasarım problemi haline getirilmiş. 1982 Anayasası ve onun uzantısı olan siyaset mevzuatı sayesinde…
***
Ama meselenin sadece siyaset mevzuatı olduğunu zannetmiyorum. Türkiye’de, dünyanın bir game olduğunu idrak etmek de, içe sindirmek de müşkül görünüyor. Bir yanda futbol, satranç, tavla filan gibi game’ler var, öte yanda siyaset, iktisat, sosyoloji filan gibi ciddi işler. O ciddi işler, öyle tarafların karşılıklı hamlelerine bırakılamayacak kadar ciddi işler. O ciddi işlerin işlendiği süreçlerde, çıktının ne olacağı, henüz süreç işlemeye başlamadan belirlenmiş olmalı. Orada bir yerde, neticenin ne olacağına dair bilgi var, olsa olsa o bilgiye biz sahip değiliz.
Benden duymuş olmayın ama size bir sır vereyim, o ciddi işlerin tamamı da birer game. Hatta iç içe geçmiş birçok game. Orta Doğu’da gençlerin canları, milyonlarca insanın hayalleri, birikimleri pahasına gerçekleşen şey bir game mesela. Neticesinin ne olacağını kimse bilmiyor. ABD veya Rusya biliyor da mesela, bizden saklıyor filan değiller. Netice dediğiniz şey, sahadaki aktörlerin karşılıklı hamlelerinden zuhur ediyor/edecek. Nasıl ki futbolda on milyonlarca dolarlık takımlar birkaç milyona kurulmuş takımlara karşı kaybedebiliyorsa, burada da benzer neticelerin çıkması ihtimal dâhilinde.
Yani?
Yani bir zamanlar ABD’de birileri bir masanın etrafına oturmuş, “Orta Doğu’da ne yapalım” diye tefekkür etmişler, bir plan hazırlamışlar, sonra da adım adım… Öyle olmuyor o işler. “E hadi Orta Doğu’da maç varmış, toplaşın mesaiden sonra gidelim” gibi de olmuyor elbette. Birileri masaların etrafında toplaşıyor, kafa yoruyor, “şuradaki sosyal enerji şu tarihte başa dert olabilir, şunları yanımıza çekersek şöyle bir avantajımız olur, bunlara güvenilmez, şurada yığınak yapmamız lazım” filan gibi tespitler yapılıyor. Üstelik hemen hiçbir vakit, masanın etrafındakilerin bir mutabakata ulaştıkları da olmuyor. Çünkü —her ne kadar aynı masanın etrafında olsalar da— onların arasındaki de bir game. Haklı çıkan malı götürecek, Dışişlerinde filanca mevkii ele geçirecek mesela.
Ve yani, oyunda kazanıp kazanamadığınız, elinizdeki imkânların ne olduğu kadar, sizin nerede hangi hamleyi yaptığınıza da bağlı. “Ama ABD bize düşmanlık yaptı” filan diye sıyrılabileceğiniz bir hal yok yani. Yapacaktı zaten. Yapacaktı olduğunu bilmiyorduysanız, siz bir oyuncu değilsiniz. Barzani bir oyun oynuyordu, o oyunda size pas verirse sizden topu geri aldığında gol pozisyonuna gireceğini gördü —veya tahmin etti, diyelim. Ama sadece size pas vermedi, ayağına gelen başka topları da başkalarına dağıttı. Derdi oyunu kazanmaktı. Sizinle birlikte kazandığında, başkalarıyla birlikte kazandığından daha çok kazanacak olduğuna inanırsa, eğer imkânı da varsa, sizinle birlikte kazanmayı tercih eder. Ama işte o kadar. Siz de kazanın diye kendi kazancından tenzilat yapmasını bekliyor idiyseniz, siz budalasınız.
Ve yani, Türkiye’nin siyaset sahnesinde, siyasetin bir oyun olduğunu ta omurilikten bilen kimse kalmadı. Belki Melih Gökçek… Hepsi o kadar. Kalan herkes, kocaman bir tasarı, bir büyük resim olduğuna sahiden inanıyor. O tasarının sahibinin kim olduğunu tahmin ediyorsa, gidip onun tasarısında bir yer kapmak için çaba harcıyor. Ama yaptıkları işin bir oyun olduğunu en bilmeyen kişi, muhtemelen, Erdoğan. Zannımca çocukken de oyun oynamamış. Hep oyunbozanlık yapmış ve mahalle arkadaşları onu oyunlarına almamışlar. Gündeme yenilerde gelen askerlik fotoğrafında da mesela, en kıyıda, öyle kimsesiz, dikilmiş.
Oyun oynamamış, oyunlara kabul edilmemiş ve içinde dehşet bir nefret ve öfke biriktirmiş. O nefret ve öfke de, ilerleyen yaşlarda oyun oynamasını iyice imkânsızlaştırmış. “Top benim” diyor, başka şey demiyor. Hep öyleydi ve fakat şu Topbaş ve Gökçek hadisesi sırasında iyice berrak biçimde görünür oldu bu psikoloji. (Normal şartlarda bir kişinin psikolojisi ile bir toplumun kaderi arasında bu kadar yüksek korelasyon olmaz. Olmamalı. Olmamasının teminatıdır modern devlet denen aygıt. O aygıt imha edildiği için, ortada devlet denebilecek bir özne kalmadığı için, sözünü ettiğimiz psikoloji, sadece “onunki de öyle bir psikoloji işte” deyip geçiştirilebilecek bir şey değil. O halden çıkalı çok oldu.)
Oyun oynamamış, dolayısıyla oyun oynamayı öğrenememiş ve dolayısıyla da oyun oynamayı, başkalarının oynamasını imkânsızlaştırıp duruyor Erdoğan. Sonra bize dönüp, “ama beni aldattılar” deyip durmak zorunda kalıyor. Zannediyor ki mesela, birileri bir Rus uçağını düşürdüğünde, çıkıp bunu televizyon ekranlarından sahiplenerek, bir zafer sahibi olacak. Düdüğü çalacak, maç bitecek ve o kazanmış olacak. Karşı tarafın da bir hamle şansı olduğunu, bir hamle yapabileceğini filan aklına bile getirmiyor. Zannediyor ki… Neyse, budalalığın tahlili için bu kadar kelime harcamak bile fazla…
***
Oyun oynamak marifet ister. Ne imal edeceği ve imal edeceği şeyi hangi süreçlerde imal edeceği daha kurulmadan tayin ve tarif edilmiş bir fabrikada bir pozisyon sahibi olduğunuzda, o pozisyonun gerektirdiği işleri gerçekleştirmek de marifet ister elbette ama —herhalde teslim edersiniz ki— oyun oynamak bambaşka, mahiyet olarak farklı marifetler gerektirir. Sadece rakiplerinizin değil takım arkadaşlarınızın da imkân ve sınırlılıklarını tahmin etmek, her an kimin sizden ne beklediğini sezmek, rakiplerinizi şaşırtmak ama bu arada takım arkadaşlarınızın beklentilerine cevap vermek, gol yemek, yeniden başlamak, gol atmak, strateji değiştirmek, taarruz eden tarafken müdafaaya çekilmek ve… Hep kurallara uymak gerekir. Daha çok şey gerekir. Dersliklerde öğrenilemeyecek, oynamadan öğrenilemeyecek bir yığın şey.
Oyun iyidir.
Çünkü fabrika üretkendir ama oyun doğurgandır. Oyun sıfır toplamlı değildir, oynayanların kazançlarının toplamı, kayıpların toplamından fazladır. İktisat bir oyundur ve oyun olması sayesinde oyuna katılan tarafların hepsi kazanabilir. Sosyoloji bir oyundur. İnsanoğlu, oyunlar oynaya oynaya zenginleşti —hem maddi zenginlik ve asıl önemlisi hem de sosyal zenginlik manasında.
Anneannemin bildiği, hiçbir okulda öğrenmeden bildiği şey buydu. Ta omurilikten bildiği, korteksine müracaat etmeden bildiği şey… Oyun kutsaldır. Oyunu korumak gerekir. Eğer oyun yoksa biz yokuz. Oyunu istismar edenler elbette var ve hep olacak. Ama onlar var diye oyunu bozarsan… O zaman oyun kalmaz. Oyun bozulur. Oyunun bozulması —her şey oyundan ibaret olduğuna göre— her şeyin sonudur. Anneannem biliyordu.
Galiba onunla birlikte kayboldu bu bilgi.
Daha önce de zayıflamış görünüyordu zaten. Okullarda, herkesin razı gelmesi gereken optimum çözümlerin bulunabileceğini öğrenen yığınlar, oyunu hafife aldılar. Masa başında, akıl denen şey vasıtasıyla, her şeyin modellenebileceğini, modellenmesi ve çözülmesi gerektiğini, bir defa çözüldü müydü de bütün tarafların o çözüme riayet etmesi gerektiğini kabul ettiler. Oyun oynamayı bilmiyorlardı, “hakikat” diye bir şey icat edip tekellerine geçirerek eksikliği gidermeye kalktılar.
Hakikat, elbette daha önceden de vardı, dinlerin literatüründe. Ama o haliyle hakikat, ancak Allah’ın bileceği, biz kulların erişemeyeceği, dolayısıyla oynamamıza mani olmayan bilgiydi.
Ucuz okullarda Aydınlanma aklıyla zehirlenmiş güya-dindarlar hakikatin kendilerine bahşedilmiş bir bilgi olduğunu varsaydıklarında… Hele bir de oyun oynamayı hiç bilmiyorlarsa…
***
Önce etrafınıza ve sonra da mutlaka kendinize de bir bakın. Barzani-Türkiye ilişkilerinde, ABD-Türkiye, AB-Türkiye, Rusya-Türkiye, İran-Türkiye ilişkilerinde, Türkiye’nin diğer ilişkilerinde ve bahse konu olan aktörlerin birbirleri ile ilişkilerinde, sanki bir global optimum var, o global optimum bilinebilir ve marifetli bir yönetici ilişkileri o global optimuma yakınsatabilir gibi bakılmıyor mu dünyaya? Öyle bir noktada set edilecek ki her şey, artık ebedi sükûnet! Düşünmeye, çaba harcamaya lüzum kalmayacak konfor hali…
ABD şöyle yapınca, Barzani böyle yapınca, öfkeleniyorsunuz mesela. Kusur onlarda değil. Kusur onların ne yapmaları gerektiğini biliyor olduğunuzu zannetmenizde. Oyuncu olmamanızda. Oyundan nefret etmenizde.
Kusur, dünyanın ciddi işlerinin oyun formatında olmaması gerektiğini ima eden, gönüllü satın aldığınız Aydınlanma aklında. Şöyle aklı başında karar vericiler olsa her toplumda, bir masanın etrafında toplansalar, herkesin hissesi akılla tayin edilse, oradan buradan beklenmedik hamleler çıkmasa… Hepimiz üzerimize ne düştüğünü bilsek. Onu yapsak. Hissemizi alsak.
İyi ki öyle olmuyor/olamıyor. İyi ki dünya bir oyun —bu kafalarla bizi yakında oyundan atacak olsalar da, iyi ki oyun var.