Platon’un Zehri

Platon bize zehirli bir miras bıraktı. Tarih Platon’un mirasını, hak ettiği yere, çöplüğüne yollamıştı… Ki Abbasiler, iktidarı Emevilerin elinden almalarını meşrulaştırmak için, bildik bir taktiğe müracaat ettiler. İktidarın kendi hakları olduğunu, çünkü antik bilgeliğin asıl sahiplerinin kendileri olduğunu öne sürdüler. Antik bilgelik diye de, bula bula, antik Yunan’ı buldular. (Bu serüvenin hoş bir anlatımı için bkz. Dimitri Gutas, Yunanca Düşünce, Arapça Kültür.) Bin yılı aşkın süreyle unutulmuş olanı hatırladılar. Hatırlamak ne kelime, onu, muhtemelen kendi çağında bile görmediği bir değerle donattılar.

Mesele Abbasilerle, daha genelde İslam medeniyetiyle sınırlı kalsaydı, dert olmayabilirdi. Çünkü İslam Platon’un vazettiği bir yığın şeye karşı şerbetli sayılırdı.

Mesela…

Platon aslında pek de matah bir şey yapmış değildi. Pre-Sokratik düşünürler neredeyse edilebilir her lafı etmişlerdi. Platon onların arasından, birbiriyle çelişmeyenlerden bir paket imal etmişti. Ancak birbirinin tam zıddı şeyler söyleyen Parmenides ile Herakleitos arasında tercih yapamamıştı. Parmenides âlemde hiçbir şeyin değişmediğini öne sürerken Herakleitos değişmeyen yegâne şeyin değişim olduğunu söylüyordu. Herakleitos haklı görünüyordu ama Platon efendi, Parmenides’ten vazgeçmeyi de içine sindiremiyordu. (Gençliğinde Sokrates’in müridi gibi davransa da, ileri yaşlarda en değer verdiği düşünür Parmenides’ti.) Dolayısıyla, bildiğimiz düalizmi icat etti. Bir yanda kusursuz meleklerin kusursuz cenneti vardı, hiçbir şeyin değişmediği, her şeyin biteviye tekrarlandığı… Öte yanda ise Herakleitos’un haklı olarak işaret ettiği, her şeyin durmadan değiştiği, biçimsiz, şu kusurlu insanların kusurlu dünyası vardı. Bu ayrım, Batılılar dünyaya hâkim olduktan sonra insanlığın canını çok yaktı ve hâlâ da yakıyor. Ama İslam düşüncesinde o kadar yıkıcı olmadı. Çünkü ne de olsa İslam’da hayır da şer de Allah’tandı. Meleklerin cenneti de, insanların dünyası da Allah’ındı. Dolayısıyla eğer bir kusursuzluk varsa, her ikisi de, farklı biçimlerde kusursuzdu.

Mesela…

Mevlana Mesnevi’nin sunuşunda Platon’u göklere çıkarır. Ama sonra, okuyabilse Platon’u çileden çıkaracak, saç baş yoldurtacak şekilde anlatır durur. Âlemin bütünlüğünden, birliğinden zaten şüphesi yoktur Mevlana’nın. Düne dair ne varsa, dünle birlikte geride kalmıştır ayrıca, bugün yeni şeyler söylemek lazımdır. Filan. Mesnevi’nin yapısı da, Platon’un dünya tasavvuruna hiç uymaz. Şöyle bir çizgi boyunca, hataları ayıklaya ayıklaya doğrunun bulunmasını andıracak hiçbir yan yok Mesnevi’de. Mesnevi’nin kendisi gibi kurduğu âlem de çizgisel değil, döngüseldir. İlk ilkelerden, sığ bir mantık yoluyla evrensel, kalıcı, dile getirilebilir doğrulara ulaşılabileceğine dair en ufak bir inanç da yoktur.

İslam düşüncesinde Platon’un neden yıkıcı hasar vermediğine dair daha sayfalarca laf edilebilir ama ihtiyaç olduğunu zannetmiyorum. Lakin Hıristiyanlığı zaten hadım etmiş olan Avrupalılar, Platon’u Arapçadan çevirdiklerinde, ona karşı hiçbir antikorları yoktu. Çarpıldılar.

Mesela…

Zaten Hıristiyanlığı kadınsızlaştırmışlardı. Kadını imha etmenin en kapsamlı teorisiyle tanışınca, kadını değilse de kadınlığı imha etiler.

Mesela…

İnsanı insan yapan her şeyi, her türlü duyguyu, cinselliği, diğer bedensel ihtiyaçları aşağıladılar. Beden dışında, kaynağı belirsiz bir akıl icat etmişti zaten Platon. Onu yücelttiler.

***

Sonra, 19. Yüzyılda, Müslüman Türkler, Batılılaşma paketinin içinde, Platon’u da satın aldılar. Satın aldıkları şeyin İslam ile doku uyuşmazlığı olduğunu çabucak fark ettiler. İslam’ı Platon’la çelişmeyecek şekilde yeniden üretmeye yeltendiler. Mesela bir özüne uygunluk anlayışı icat ettiler. İslam’ın, diğer her şey gibi değişip durduğunu, kıymetinin oradan geldiğini kabul edebilmeleri mümkün değildi. Parmenidesçi bir perspektifle, ancak değişmezse kıymetli olacağı varsayımıyla, İslam’ın aslının arkeolojik araştırmalarına daldılar. Mesela İslam’ın kıymetinin akla hitap etmesinde olduğunu, dolayısıyla sözün anlaşılmasının mühim olduğunu iddia edip, İslam’ı Türkçeleştirmeye kalktılar. Ve saire…

Bütün bunları yapan Cumhuriyet elitleri, sahip oldukları imtiyazları paylaşmamakta da ısrarlı davrandılar. Diplomaları ve şehirleri tekellerine geçirmeye kalktılar. Hır çıktı. Benzer imtiyazlarda hisse talep edenler, Batılılaşmış züppeler olarak gördükleri tekelcilere karşı bir ortak zemine ihtiyaç duydular. Altında toplanılacak bayrak olarak İslam’ı buldular. Aslında ortak paydaları, Batılılaşma paketinin reddiydi. Ama anlaşılan o ki, Platonculuğu alıkoymuşlar.

Platon’u okuyup anladıklarını iddia etmiyorum. Böyle bir sürece ihtiyaç yok. Mesela kusursuz küre Platonik bir cisimdir. Kusursuz bir kürenin kusursuz olduğunu bilmek ve ona kusursuzluğu yüzünden değer atfetmek için onun Platonik bir cisim olduğunu veya Platon’un öyle yaptığını bilmek lazım gelmez.

***

Türkiye’nin derin fay hattının iki yanının ortak paydası, Platonculuk. İki taraf da Platoncu olduğunun farkında olmayabilir. Böyle ortak bir paydaları olduğunun hiç farkında olmayabilirler. Çünkü balık için su neyse, Türkiye’de yaşayanlar için de Platonculuk o. Eğer memleketin İslam’ı direnebilseydi, belki de Platon’un zehrine karşı bir güvencemiz olabilirdi. Ama direnemedi. Önce Batılılaşmacılar, ardından Batılılaşmaya karşı güya İslam bayrağının altında toplaşanlar, İslam’ı aksesuarlaştırdılar.

İyi de Platonculuk ne? Türkiye’yi neden ırgalıyor?

Yeri geldikçe bakarız. Şimdilik sadece şu kadarını söyleyeyim: Kusursuz küre, kurmaca bir şey. Âlemde kusursuz küre diye bir şey yok. Matematikte var. İnsan zihni yani, isterse kusursuz bir küre hayal edebilir. Ama ancak hayal edebilir. İnsanın zihnini bedeninden ayrı ele alıp, zihni yüceltirseniz, zihnin ürünü olarak kusursuz küreyi de yüceltmek için bir sebep daha bulabilirsiniz. Ama unutmamak lazım, insan zihni, isterse, kusurlu küreler de hayal edebilir.

Kusurlu kürelerin şöyle bir kusuru var: Onları kolayca tarif edemezsiniz. Hâlbuki kusursuz bir küre, bir noktadan eşit uzaklıktaki noktaların üç boyutlu uzayda oluşturduğu cisim olarak, bir tek cümlede tarif edilebilir. Baştan çıkarıcı, öyle değil mi? Ama kusursuz kürenin de bir yığın kusuru var: Doğurgan değil en önemlisi. Budaksız. Tamamlanmış. Ona hiçbir şey ekleyemezsiniz. Tastamam Parmenides’in âşık olacağı bir şey. Değişmez. Böylelikle değişmezliğe bir delil olarak iş görür.

İyi de dünya kusursuz bir küre olsaydı…

Yarına…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin