Post-Gerçeklikmiş…
Ahmet İnsel Cumhuriyet’te (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/640793/Post-gercekle__nereye_kadar_.html) yaşadığımız günlerin öz bir dökümünü yapmış. Sonra da şöyle bağlamış: “Post-gerçek kavramının yalandan farkı, yalan ortaya çıkınca, bundan utanılmaması ne de yalan söyleyenin zarar görmesi. Çünkü somut olguların önemini yitirdiği, duygu ve kişisel inançların gerçeğe ikame olduğu koşullarda post-gerçeklik çalışıyor.” (İmla ve ifade aynen korunmuştur.)
Yazıda sözü geçen post-gerçeklikle ilgili olarak, yine Cumhuriyet’te yayınlanmış, Özgür Mumcu’nun daha eski bir yazısına gönderme yapmış. “Acaba eksik mi anladım” diye onu da okudum (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/632764/Yilin_kelimesi.html). Bayağı tatsız bir mesaiye mecbur kaldım yani…
İki yazıdan anladıklarımı maddeler halinde sıralayayım:
- Trump, bir yığın yalan marifetiyle Amerikalılar aldatıldığı için seçimi kazanmış.
- Bu yalanların —hepsi değilse— büyük bölümü, sosyal medya marifetiyle üretilip yayılmış. Mesela Cumhuriyet hiç öyle yapmıyormuş.
- Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanıyormuş, dünya gerçeklik sonrası bir dönemdeymiş.
- Dönemin karakteri de, gerçekliğin yerine duygu ve kişisel inançların konmasıymış.
Bir.
Trump için, Trump adına bir yığın yalan üretildiği aşikâr. İyi de, seçimin onlar sayesinde kazanıldığına dair bir delil var mı? Basitçe soruyorum,
- o yalanlar imal edilmese Trump’ın kazanamayacaktı olduğuna dair deliliniz var mı,
- Hillary için imal edilen yalanlar neden ona seçim kazandıramadı?
Evet ya, Hillary için de bir yığın yalan üretildi. Hillary’ye oy veren Amerikalılar gerçeklik içinde yaşıyor değiller, mesela Amerika’nın Orta Doğuya demokrasi götürmeye çalıştığına inanıyorlar.
Amerikalılar yalan ile gerçeklik arasında kalmış değiller, iki yalan arasında kalmış durumdalar. Yalanların biri Amerika’nın —dünyadan bir hisse almayı hiç hak etmeyen— Hispaniklere, Müslümanlara, Çinlilere filan lüzumundan fazla tahammül gösterdiği yalanı. Diğer ise Amerika’nın o kesimlere zaten gösterdiği tahammülü aşıp, daha çok yardım eli uzatması gerektiği yalanı.
Ama bu maddede asıl derdim bu değil. Asıl derdim şundan ibaret: Eşzamanlı iki şey arasında bir illiyet bağlantısı olduğu, birinin diğerinin sebebi olduğu iddiası yalandır. Gerek İnsel ve gerekse Mumcu, yüzlerce yıldır yanlışlandığı halde, bu duyguyu ve kişisel inancı gerçekmiş gibi kabul ederek yazıyorlar.
İki.
Sosyal medya bir yalan havuzu. İyi ama sosyal olmayan medya pek farklı değildi. Mesela yukarıda da işaret ettiğim gibi Cumhuriyet’in iki yazarı, yüzümüze baka baka, “Trump için yalan üretildi” ve “Trump kazandı” bilgilerinden, “Trump için yalan söylendiği için Trump kazandı” neticesine, ellerinde hiçbir delil olmadan zıplıyorlar ve bu akıl, Cumhuriyet’te sistematik bir biçimde üretiliyor.
Bu hususta söylenecek çok şey var. Cumhuriyet başta olmak üzere Türkiye ve dünya medyası, çok uzun süredir, muhtemelen medya denen şey icat edildiğinden beri, duygulardan ve kişisel inançlardan hareketle, duyguları ve kişisel inançları manipüle etmek işini yapıyor. Kendince bir ahlakı ve kuralları var ama her vakit onlara da riayet edilmiyor. Hele Cumhuriyet, pek az riayet etti. Memlekette ikide bir “irtica hortladı” atmosferi oluşturduğu dönemlerde mesela, olmayacak işler yaptı. Nabi Avcı Fehmi Koru ile birlikte Zaman gazetesini çıkarırken, tam sayfa bir kurmaca röportaj yapmışlardı, hiç unutmuyorum. Hedef Cumhuriyet idi ama Yeni Gündem tuzağa düşmüş, röportajın tamamen kurmaca olduğunu göstermişti. Hedef Cumhuriyet idi, çünkü Cumhuriyet, tamamı yalandan müteşekkil, masa başında imal edilmiş, arşiv fotoğraflarının kullanıldığı, “İslamcı akımlar ne istiyor” başlıklı bir dizi röportaj yayınlıyordu. Zaman da, Cumhuriyet’in yaptığı şeyin baştan sona yalan olduğunu, bir takım kişilerin İslamcı akımların ne istiyor olabileceği —ne isterse yeterince büyük bir tehdit olarak algılanabileceği— konusundaki duygu ve inançlarından ibaret olduğunu, Cumhuriyet’in yaptığının ayna simetriğini yaparak, gören gözlere göstermek istemişti.
Bu hususta söylenecek çok şey var, bir bölümüne daha önce değindim. Sosyal medya, hiç değilse, “bu pek de güvenilir olmayabilir” tedbiriyle okunuyor. Ama basılı malzemenin, ekranda herkesin gözünün içine baka baka konuşmanın, mediumun büyüsünden kaynaklanan, hiç hak edilmemiş bir güvenilirliği var. “Sosyal medyada yalan söylensin, küfür edilsin” filan diyor değilim. Olan biten benim de tüylerimi diken diken ediyor. Ama öncesi hiçbir biçimde masum değildi, daha edepsiz de olabiliyordu. İlaveten, sosyal medya ile birlikte yaşamayı henüz öğreniyoruz. Bu süreç içinde, evet Trump’ın kazanmasında da sosyal medya acemiliklerimizin hissesi olabilir —sahiden var mı, varsa ne kadar var, bilmiyorum. Ama hayatın, içinde Trump gibilerin seçim kazandığı hayatın gerçekliği bu. Yani bileşenlerinden biri sosyal medya olan bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. Kendi kafasında kurduğu, filanca bileşenleri keyfince yok saydığı muhayyel bir gerçeklik içinde yaşayanlara, hayatın gerçekliği post-gerçek olarak görünüyorsa, bana kalırsa, kendi gerçekliklerinin pek de gerçek olmamasından…
Üç.
Dünya post-gerçek döneme geçmiş. Öyleyse, anlıyoruz ki, bu dönemden önce gerçeklik dönemindeymiş.
Değildi —yukarıdaki iki maddede özetlemeye çalıştım.
Hiçbir şey mi değişmedi? Değişti. Yalan söyleme tekelleri ortadan kalktı, yalan söylemek demokratikleşti. Artık herkes yalan söyleyebiliyor. Eskiden de söyleyebiliyordu da, herkesin yalanı pazarda kendi müşterisine ulaşabiliyor yani. Eskiden New York’un seçkinlerinin, Cumhuriyet gazetesinin, Britannica’nın —neticede sayılı yalan üretim merkezinin— elinde olan yalan söyleme, kanaat ve inanç üretme tekelleri kırıldı. Abdülhamid veya Vahdettin hakkında, gerçekliğin daraltılması ve/veya çarpıtılması yoluyla üretilen, aksinin söylenmesi güç kullanarak engellenen yalanların karşısına, şimdi, Lozan hakkında benzer yollarla imal edilen yalanlar çıkabiliyor.
Dört.
Bu kadar gevezeliğe belki de lüzum yoktu. İnsel’in “duygu ve kişisel inançların gerçeğe ikame olduğu” ifadesi üzerine konuşmak belki de kâfiydi. Duygu ve kişisel inançlardan bağımsız bir gerçeklik olduğu iddiası, bugüne kadar yalan söyleme tekelini elinde tutan kesimlerin arkasına saklandıkları en temel yalanlardan biriydi. Sanki kendilerinin duyguları ve kişisel inançları değilmiş yazıp söyledikleri de, başka bir şeymiş, gerçeklikmiş duygusu ve inancı yaymakta kullanılan bir duygu ve kişisel inanç.
***
Aslında manasız kişisel inançlarını —adına gerçeklik deyip— başkalarının kişisel inancının önüne koymaya fena halde alışmış, bu süreçte elde ettikleri imtiyazı başkalarına fayda sağlamak amacıyla değerlendirmek bile akıllarına —duygularına— gelmemiş bu zavallı heyetin çektikleri acıyı zevkle seyredebilirdim. Büyük günahları var ve acı çekmeyi hak ediyorlar. “Kim bilir, belki çektikleri acılar sayesinde biraz olsun öğrenebilir, aralarından birileri mesafe kat edebilir” diye hayaller de kurabilirdim —her ne kadar bu hususta herhangi bir ümit ışığı sunmasalar da…
Ama…
Tekrarlayıp duruyorum. Türkiye’nin o kadar zamanı yok.
Bunları seyrede seyrede kendi yalanını gerçeklik diye topluma dayatmayı öğrenmiş, bundan müthiş haz duyduğu apaçık belli olan Erdoğan, kendisi gibi olanlarla birlikte, memleketi, yalanı, gerçekliği, duyguları, kişisel inançları, her şeyi iğfal ede ede, tarihin yırtılmakta olduğu bu dönemde, Türkiye kamyonunu hızla duvara sürüyor.
Çok kalmadı, hepimiz helak olacağız.