Saatten Ağa
Saatin örgütlülüğü ile ağınki çok farklı.
En bildik şey üzerinden dile getirmeye çalışayım, şehir üzerinden.
Şehre saat muamelesi yapmak, muhtemelen hepinizin en uçuk hayallerinizi süslüyordur. Şöyle iyi bir saatçi olsa, şehri kusursuz bir biçimde tasarlasa, şehirde her şey yerli yerinde, ölçülü olsa, trafik mükemmel bir biçimde hesaplanmış, yollar ona göre açılmış… Filan.
Şehir bir ağ. Herkesin kendi öncelikleri ile orasına burasına iliştiği, şurasına ev yaptığı, burasında oyalandığı, orasında piyasa yaptığı bir ağ. Hep birlikte “İstiklal’in tadı kaçtı, artık Karaköy’e takılacağız” demeden, herkesin kendi başına seçenekleri değerlendirmesiyle böyle neticelerin ortaya çıktığı bir yer.
Şehre saat muamelesi yapılsa, trafik problemi çözülmez. Ama biz ancak saatçiler vasıtasıyla problem çözmeyi biliyoruz. Dolayısıyla da bir problemle karşılaştığımızda (a) problemi çözecek bir saatçi arıyoruz, (b) problem yine de çözülmeyince saatçi makamında oturanın maharetini, niyetini filan sorguluyoruz.
Şehre saat muamelesi yapılsa da problem çözülmez —çözülmüyor nitekim. Çünkü trafik dediğiniz şey, sizin özerk kararlarınızdan zuhur diyor. Bir saatçinin şehrin problemini çözebilmesi için, şehirde trafiğe çıkan herkesin, her bir bireyin, hangi saatte, hangi noktadan hangi noktaya, nasıl bir araçla gideceğine karar verme yetkisi olması gerekir. O yetkiyi bir elde temerküz ettirdiğinizde, siz artık özerk bir karar verici olmaktan çıkardınız.
Abarttığımın, meseleyi ekstrem noktaya taşıdığımın farkındayım. Dünyada şehir planlama diye bir uzmanlık alanı var ve bizim bireysel tercihlerimizi belirlemeye kalkmadan, kalabalıkların tercihlerinin patternlerini veri kabul edip onları analiz ederek de çözümler üretmeye çalışıyor. E, evet. Öyle oluyor ve trafik problemi çözülmüyor. Çünkü rahatlamış trafik, sizin tercihlerinizi etkiliyor. Mesela “üf bu trafikte dışarı çıkılır mı, evde kafa çekelim” demiyor, dışarı çıkıyorsunuz ve trafik… Bildiniz işte…
Ama asıl mesele şehre saat muamelesi yapıldığında trafiğin çözülmemesi değil. Şehre saat muamelesi yaptığınızda, İstiklal civarında zuhur eden sosyolojinin Tophane civarına kaymasının dinamiklerini, o kayma sırasında meydana gelen sosyolojik değişimleri, o sosyolojik değişimlerin fertler üzerindeki değiştirici etkisini… Böyle yığınla şeyi hesap dışı bırakıyorsunuz. Karaköy’de bir galerinin kapısının önünde Ramazan’da şarap içerken saldırıya uğrama, Karaköy’ün eski sahipleri ile yeni sahiplerinin çatışması, bu saldırıların ve çatışmaların tarafları biçimlendirmesi gibi bir yığın şeyi…
Şehir, işte tam da o şeyler.
Dolayısıyla, şehre bir saat gibi muamele ettiğinizde, şehri şehir yapan her şey dışarıda kalıyor.
Saat, yani Batı Avrupalıları büyüleyen ve dünyanın bir metaforu olarak müracaat ettikleri saat, bir yığın dişliden müteşekkil, tıkır tıkır işleyen bir şey. Herhangi bir dişlisini çıkarsanız veya “ama şu da benim yeğenim, ona da bir yer bulsak” diye lüzumsuz bir şeyi içine yerleştirseniz, büyü bozulur. Bozulan büyü, biteviye aynı şeyi, aynı hızda tekrar edip durmaktan ibaret. Aydınlanma aklı da, aha işte o biteviye tekrarlanan hassas hareketten büyülenmeyi sürdürme hali.
Fabrika dediğiniz şey bir saat. Durmadan aynı şeyi tekrarlayıp duran bir şey. Bu haliyle bizi kıtlıktan çıkardı. İmalat kabiliyetimizi fena halde katladı. Ama o fabrikada sizin aklınız lazım değil. Ford Model T’leri yapmak ihtiyaç duyulan dişlilerin dökümünü yapmıştı. Gereken 7882 operasyonun 949’unun güçlü kuvvetli, idmanlı erkek, 3338’inin sıradan fiziksel kapasiteye sahip erkek gerektirdiğini, kalanların büyük bölümünün kadınlar ve çocuklar tarafından da yapılabileceğini hesaplamıştı. Ama bununla kalmadı. Yaptığı çalışmalar 2637 operasyon için bacakların birinin, 670’i için ise her ikisinin de lüzumsuz olduğunu göstermişti. 715 operasyonda kollardan biri, 2’sinde her ikisi birden olmasa da olurdu. 10 operasyon için ise gözlere ihtiyaç yoktu. Bilmem ayrıca ifade etmeye lüzum var mı, Model T’leri imal etmek için, Ford’un aklından başka akla, mesela sizinkine veya o operasyonları gerçekleştirecek onca kişinin aklına ihtiyaç yoktu.
Asıl mesele sizin aklınıza ihtiyaç olmaması değil, sizin aklınızın bozucu bir etki yapacak olması. Aklınızı —ve sizi siz yapan neyiniz varsa hepsini— fabrika girişinde, kart basmadan önce, size tahsis edilen dolaplarda bırakmanız gerekiyor. O zaman mükemmel bir dişli haline geliyorsunuz ve fabrika da tıkır tıkır işliyor.
ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunlarının üye olduğu bir İnternet platformunda bu iddiaları dile getirdiğimde, şiddetli taarruzlara maruz kaldım. Fabrikalar hiç de öyle değilmiş de, her an beklenmedik şeyler olurmuş, onlarla başa çıkmak için akıl gerekirmiş de… Bunlar ve benzeri bir yığın itirazlar. E, evet. Öyle olur. Neden? Çünkü insanlar, nizamiyeden girişte, kendilerine dair bir şeyleri, kendilerini dişli olmaktan farklılaştıran bir şeyleri, kaçak olarak yanlarında taşır, içeri sokarlar. Nöbetçilerin göremedikleri bir şeyleri. İnsanların yerini robotlar aldıkça, bahse konu olan problemler azalır/azaldı. Mühendis dediğinin işi, makinelere nezaret etmeye indirgenir. Yani Türkiye’de mühendislik diploması almış ama aslında yöneticilik yapıyor olanların… Tam otomasyon halinde ise, artık nezaret ihtiyacı da ortadan kalkar. Mükemmel düzen, müthiş verimlilik. Saat artık tam manasıyla saat olmuştur.
Ne güzel.
Mesele fabrikanın tam anlamıyla bir saat olmasında değil. Dişliler yerine insanlarla çalışmak zorunda kaldığı dönemde de onu saate benzetmek için, olabildiği ölçüde saatmiş gibi çalışmasını sağlamak için geliştirilmiş olan bir zihinsel kodun evrenselleştirilmeye çalışılmasında.
Özetlemeye çalışayım:
- Fabrika bir saat gibi olmalıydı, çünkü saat müthiş bir örgütlenme biçimiydi.
- Dolayısıyla işçiler, saatin dişlileri gibi işlemeliydi. O halde, saat ustasının dişlileri biçimlendirdiği gibi biçimlendirilmeli, en uygun olanı seçilip yerine yerleştirilmeliydi.
- Öyle olmadı, olamadı.
- O halde işçilerin başına nezaretçiler dikilip, işçilerin kendilerinden beklenen dışında bir şey yapmalarına mani olunmalıydı.
- Aslında o nezaretçiler de birer dişli oldukları halde, kendilerinde bir takım kıymetler vehmettiler. Akıllarına ihtiyaç duyulduğunu filan zannettiler. Bütün ihtiyaç duyulan, kendilerini diğerlerinden üstün görmenin yol açtığı testosteron üretimine bağımlı hale gelip, saatçi tarafından belirlenmiş vazifelerini gönüllü olarak yapmalarıydı.
- Çalıştı mı? Çalıştı. Fabrikada müthiş imalat gerçekleşti.
- O halde bu yaklaşım, diğer alanlara da tercüme edilmeliydi. Şehirler de mesela, ODTÜ mezunu Endüstri Mühendislerinin —yani daha genelde memleketin okumuşlarının— gönüllü olarak, gönülsüzce işe koşulmuş olanların çıkarttığı arızalara vaziyet edecekleri bir tarzda örgütlenmeliydi. Devlet de…
Aydınlanma aklının müellifleri, işi buralara getirmeye kalkmadılar. Şehirleri ve/veya siyaseti —ve elbette daha bir yığın şeyi— saat gibi, fabrika gibi örgütlemeye kalkmadılar. Modernleşenler, toplumu saat gibi örgütlemediler, modernleştirilenler toplumu saat gibi örgütlemeye kalktılar ve… Bingo! Tarihte hiçbir toplumun başına gelmeyen türden dertleri oldu.
Bütün bunları tekrarlıyorum çünkü… Bugün karşı karşıya kaldığımız bütün problemler özünde bir tek tercihi dayatıyor: “Saat gibi mi, ağ gibi mi?” Her şey sadece bu tercihten ibaret. Çünkü saat gibilerin miadı doldu, artık ağ gibi olanların çağı başladı.
Ağ gibi olan şeyler zaten vardı. Çoktular. Şehirler mesela, onca tecavüze rağmen ağ gibi kaldılar. Lisan öyle, iktisadi faaliyetler öyle… Birileri şehirleri, iktisadi faaliyetleri planlamak için devasa özneler icat ettiler, dili yönetmek için türlü çeşitli işler yaptılar. Bu tür teşebbüslerin olmadığını söylemiyorum. Varlar. Ama bahse konu alanlar, mütemadiyen arkadan dolandılar.
Şimdi artık, uzun süredir istenmeyen, istenmediği halde katlanılan, katlanmak zorunda kalınan o arkadan dolanmalar istenmedik şeyler değil. Aksine onlar makbul. Değişen şey bu.
***
Yapay akıl, bir fikir olarak insan zihnine düştüğü anda, hiç düşünmeden, saat gibi üretilecek bir şey olarak “düşünüldü”. Saat, hâlâ, imalatın biricik modeli idi. Dolayısıyla kimsenin aklına “yapay akıl üretmek için ne gibi stratejiler var ve acaba hangisi daha verimlidir” gibi bir soru düşmedi. Dikkat isterim, yapay akıl üretmenin biricik yolu saat gibi modeller kurmak olduğundan değil, bizim bildiğimiz biricik yol o olduğundan… Oyunu oynayacak, saat gibi işleyecek bir şey yapılacaktı ve ona “dışarıdan” bakan, belirli vasıfları sebebiyle temayüz etmiş uzmanlar, yani saatçiler onun dişlilerini birer birer imal edip birbirlerine eklemleyecek, ortaya saati çıkaracaktı.
Olmadı.
Tekrar, daha çok uzman, daha çok sayıda akıllı insan, başka akıllar filan ekleyip bir defa daha denedik.
Olmadı.
Böyle deneyip dururken birileri, “yahu biz, bizim yaptığımız şeyleri yapacak yapay akıl tasarlamaya çalışıyoruz ama biz o şeyleri yapmayı böyle öğrenmedik” dedi. Satranç oynayacak bir program yapmaya çalışıyorsunuz mesela ve bu iş için iyi satranç bilenleri de ekibe katıp, onların bilgisini —bir diş macunu tüpünü sıkıp içindeki diş macununu bilgisayara aktarır gibi— yazılıma aktarmaya kalkıyorsunuz. İyi de onlar satrancı öyle, başka satranççıların beyinlerinden kendi beyinlerine aktararak öğrenmemişler ki… “O halde bizim programlarımız da, satranççıların öğrendiği gibi öğrensinler, deneye yanıla, yenile yenile” dendi.
Saatten, ağa geçildi. “Dışarıda” tasarlanan bir şeyin yerini, kısmen özerk unsurların birbirleri ile dansı aldı. Yapay akıl usta satranççılarımızı yenmeye başladı.
Funda Başaran “bu durumda belki de yapay zekânın insanlardan öğrenmesi çok da iyi bir fikir değil. Öğrenmenin başka yolları, titizlikle hazırlanmış, önyargılardan ve yanlılıklardan olabildiğince temizlenmiş veri setleri ya da yapay zekânın hangi sonuca nasıl vardığını da göstermesini içeren algoritma değişikliklerinin bu sorunlar konusunda yol kat edilebilmesine olanak vereceği uzmanlar tarafından belirtiliyor” diyor (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/02/28/yapay-zeka-fasist-seksist-ve-paraya-mi-tapiyor/).
Sonra da “eğer bunlar mümkün olursa, belki insanların yapay zekâlardan öğreneceği bazı şeyler olabilir. İşte belki o zaman, tramvay açmazını ve bunların varyasyonlarını yapay zeka ile müzakere etmek de mümkün olabilir” diye bitiriyor.
Çünkü…
Saat gibi olmayan şeyler, “eğitilmiş” zihninin kara deliklerinde kayboluyor. Huzursuzluk veriyor —neden olduğu hiç belli olmayan bir huzursuzluk. Hâlbuki güzel güzel anlatıyor, yapay akıldan zaten öğreniyoruz. Onunla müzakere ediyor, kendimiz hakkında bilgiler ediniyoruz. Belki de önyargılara, yanlılıklara ihtiyacımız var. Belki başka türlüsü mümkün değil. İstanbul’un her yerini İstiklal, Karaköy, Nişantaşı yapmak hiç de akıllıca değil mesela. Sizi oralara çeken ve başkalarını oralardan iten şeyler olmasa, İstanbul, İstanbul olur mu? Sizi çeken ve başkalarını iten şeylerin “tamamı” önyargılar değil mi? Belki seksist bulup “kapıdan girerken dolapta bırak” dediğiniz şeyler, hayatın devamı için, bizim varoluşumuz için elzem şeylerdir. “Irkçılık” dediğiniz şey belki de sadece “mahalle konforu”dur.
Cinsiyetçilik yapmak başka, erkeği kadınlaştırmak veya kadını erkekleştirmek başka. Irkçılık yapmak başka, mahalleni seçme hürriyetinin ve imkânlarının olması başka. Bu kadar kanırtmayın. “İnsanlık bir kusursuz saat olsun da varsın ben bir basit dişli olayım” devri geçti.
Geçti.