Sandık
“Buruşuk pardesülü adam dalgın
gittikçe daha dalgın, elinde cetvel
masada hesap makinesi, pusula
yetmiyor dibe dalmasına
bağlıyor kalın bir urganla beline
ağır bir sandık
salıyor kendini
yeşil yosunların
kırmızı balıkların
uçan kabarcıkların
derinliklerine
orada
bir sandık buluyor
yakutlar, altınlar, pırlantalar
adam dibe dalmak için beline bağladığı
sandığını keşfediyor dibe ulaştığında.”
Şair olduğu zamanlarda İsmet Özel, Ils Sont Eux adlı şiirinin bir yerinde böyle diyordu. Bence yetmişlerde Hindistan’a gidip aydınlanan Avrupalı tuzu kuru gençlerin yaşadıklarını bundan daha iyi anlatmak müşkül. Yukarıdaki mısraları yazarken Özel’in aklında onlar yoktu elbette ama benim bugün şehirli diye adlandırdığım kategorinin prototipleri onlardı ve Özel de
“Öyleyse adamın eyvah ışıdı yüreği
eve dönmesine gerekçe
bulamayacak bir daha.”
diye devam ediyor. Ben de tam, yüreği ışımış, eve dönmeye bir daha gerekçe bulamayacak olanlardan söz ediyorum.
Bhagwan’ın “yeni insan”ı da, “Batı’nın materyalizmi de Doğu’nun mistisizmi de yarım, ikisini birleştirecek bir tam yapacağız” aritmetiği de, bence büsbütün zırva şeyler. O günlerin manaya duyulan açlık şartlarında bile yenmesi, sindirilmesi kolay değil. Dolayısıyla marifet Bhagwan’da veya onlarca benzerlerinde değildi. Mesela Bhagwan’a kıyasla daha “mektepli” görünen Krishnamurti de bence çok farklı değildi. Ama Bohm gibi müthiş bir adamı etkilemişti.
Devasa denklemleri yazıp çözebilecek insanlar ne demeye Bhagwan, Krishnamurti gibilerin basit aritmetiklerinin peşinden sürüklendiler? Cevabı işte, bence, Özel’in yukarıdaki mısralarında yatıyor. Sahip oldukları hiçbir şey dibe dalmalarına yetmemişti. Bellerine bir urganla ağır bir sandık bağlayıp Hindistan açıklarında kendilerini batırdılar ve… Dibe dalmak için bellerine bağladıkları sandıklarını keşfettiler. Daha da mühimi, birbirlerini buldular.
Dibe dalmak…
Savaş sonrasının olağanüstü konjonktüründe, insanlığın bir bölümü, insanlık tarihinde ilk defa olmak üzere, insanlığın o güne kadarki en müthiş düşmanını, yoksulluğu kesin olarak yenmişti. 1925’te dünyanın en zengin toplumlarından birinin ortalama bir şehrinde —mesela Leeds’te— rasgele bir haneye girsek göreceğimiz manzara, mesela Beyrut’ta, İskenderiye’de, Bombay’da, Oslo’da rasgele bir haneye girsek göreceğimiz manzaradan çok farklı değildi. Daha doğrusu fark kültüreldi, hayat standardı açısından büyük bir fark yoktu. Her iki hanede de günde kişi başına tüketilen kalori mesela, çok da farklı değildi.
1975’te ise Leeds’teki bir hane ile Halep’teki bir hane arasındaki fark olağanüstü büyümüştü. Halep’teki rasgele bir hane 1925’ten 75’e ciddi ölçüde zenginleştiği “halde” Halepliler aleyhine büyümüştü çünkü Leeds’te, 1925 ile 1975 arasında, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir büyüme yaşanmıştı. Yani bir yandan toplam gelir çok artmış, öte yandan gelirin —artık “orta sınıf” diye adlandırılmaya başlanan— sosyal kesimlere difüzyonu çok hızlanmıştı.
1920’de doğmuş, yoksulluğu görmüş, savaşı görmüş, yıkımı görmüş, yeniden inşa sürecinde rol almış, 1975’te 55 yaşına varmış birinin “dibe dalmak” gibi bir ihtiyacı yoktu. Olması tuhaf olurdu, çünkü bir hayat sürecinde zaten bir mucizeye sadece şahit değil, ortak olmuştu. Elindeki cetvele, masanın üzerindeki hesap makinesi ve pusulaya müracaat edip hesaplar yapmaya ihtiyacı yoktu. O zaten cetvele, hesap makinesine ve pusulaya baktığında, derin bir tatmin duygusuna sahip olabiliyordu.
Ama onun 1955’te doğmuş kızı veya oğlu için… Hesap hiç de öyle kolay denkleşmiyordu.
Unutmadan ilave edeyim, televizyon diye bir şey de girmişti haneye… Dünyanın bütün çirkinliklerini ev içine taşıdığı gibi, bir yandan da sokağa çıktığında görünmeyen heyecanları, imkânları eve getiriyor, genç yürekleri kışkırtıyordu.
Yokluk çekmemişseniz, çekmiyorsanız, yokluk çekmemenin nasıl büyük bir nimet olduğunu anlayamazsınız. Anlayamıyor olmak da bir zaaf, bir kusur değil. Ama bir nevi eksiklik işte, çünkü anne babanızın hayatın manasızlığını gizlemek için kullandıkları örtü sizde yok. Bakınca boşluğu görüyorsunuz. Cetvel, hesap makinesi, pusula, yetmiyor hesabı denkleştirmeye…
İşte o vakit, dibe dalmak, aramak, bulmak lazım geliyor. Belki de büyük çoğunluğu o ihtiyacı hissetmiştir ama sadece bir bölümü dibe dalmaya heves, daha da küçük bir bölümü cesaret etti.
Hemen hemen aynı dönemde, benzer şartlara sahip olan gençlerin başka bir bölümü, başka bir stratejiyle dibe dalmaya teşebbüs ettiler. Kendi hesaplarını denkleştirmeye çalışmak yerine insanlığın hesabını denkleştirmeye heves ettiler. Silahlandılar ve dövüştüler. Benim bugün “şehirliler” dediğim sosyopolitik kesim, büyük ölçüde onların çocuklarını da ihtiva ediyor. Ama onların kendileri, o şehirlilerin prototipleri arasında yer almıyordu.
Çünkü…
Bir defa Bhagwanlara mürit olmak gibi tercihlerde bulunanlar kendilerinin ne yapması gerektiğiyle ilgiliydiler, ötekiler başkalarının ne yapması gerektiği ile… Birinciler çok daha uluslararası yaşadılar ama enternasyonalci sayılmazlardı. İkinciler enternasyonalci oldukları halde çok daha lokal yaşadılar. Birinciler henüz bulunmamış bir formülü arıyorlarken ikinciler daha önce formülü bulunmuş bir reçeteyi tatbik etme telaşında idiler. İkinciler mevcut kurumları ele geçirmek ve/veya yıkıp yeniden kurmak derdinde iken, birinciler kurumlarla aynı düzlemde yer almıyorlardı. İkinciler, ellerindeki cetveli, masanın üzerindeki hesap makinesini ve pusulayı bir yana atıp, Kalaşnikoflarına yer açtılar. Birinciler ise, yukarıda da dediğim gibi, kendi varoluşlarının ihtiva ettiği kıymetleri bellerine bağlayıp, cetveli, hesap makinesini, pusulayı arkalarında bırakıp, kendilerini derin sulara bıraktılar.
Belki de hepsinden mühimi…
Gençken biriktirdiğim aforizmalar içinden beni biçimlendirmekte belki de en müessir olanlarından biri, “ancak vahşiler kendini korur” aforizmasıdır. Birinciler kendilerini korumaya hiç teşebbüs etmediler —muhtemelen kendisinden korunmaları gereken bir düşmanın olabileceği bile akıllarına gelmedi. İkinciler ise vahşi idiler, kendilerini korumak belki de birinci öncelikleri idi —haklı sebepleri vardı, devasa bir düşmana düşmanlık ilan ederek yola çıkmışlardı.
Bugünkü şehirlilerin Bhagwan gibilerin peşinden sürüklenenlerden ufak tefek farklılıkları var. Ama ortak özellikleri daha fazla. O ortak özellikler, zannediyorum, Gezi’den neden politik iktidarı devirme projesinin çıkmadığını anlamaya kâfidir —zaten çıkamazdı. Ama politik iktidarı devirme projesi çıkamaz olması, Gezi’nin ve Gezicilerin politik olmadıkları manasına gelmez. Dibine kadar politik idiler ve politikler. Ne ölçekte politik bir zafer kazandıkları da, daha ilk günden bu yana kendilerini defalarca ölüm-kalım noktasına sürüklenmiş gören bir siyasi iktidarın, diğer bütün muharebeleri bir biçimde unuttuğu halde, Gezi’nin bıraktığı izleri bir türlü unutamıyor olmasından belli, bana kalırsa.
Ve…
Eğer mevcut politik iktidarı ve hep birlikte o politik iktidarın deliklerine —her lazım geldiğinde— yama olan politik muhalefetin bütün “mektepli” şubelerini mücadele edilecek bir bütün olarak gören bir “sahici muhalefet” inşa edilecekse, nasıl bir zemine yaslanması gerektiğinin şifreleri de, sırf bu yüzden, Gezi’de saklı diye düşünüyorum.
***
Bitirmeden, bir noktayı daha eşeleyelim. Önce Oregon’da ve ardından bütün ABD’de taarruza geçen kasabalılar ile kendilerine karşı taarruza geçilen “ilk şehirliler” arasındaki esas gerilim nerede?
Hangisi doğru mesela?
İkisi de yanlış. Yanıldıkları noktaların bir bölümüne dün işaret ettim.
Hangisi haklı mesela?
İkisi de haklı. Kasabalılar, kendilerine doğrudan bir taciz olmasa da, kendilerini mümkün kılan değerlerin tehdit altında olduğunu hissediyorlar. O değerler sahiden de onları mümkün kılan değerler ve sahiden de tehdit altında. Çocuklar haklı, çünkü kimseye kendi değerlerini dayatmıyorlar, kendileri kendi hayatlarını, kendi değerleri ile yaşamak istiyorlar.
Demek ki tarafları “doğruluk” düzleminde de “haklılık” düzleminde de hesaplaştıramayız. Bu tespiti mühim buluyorum çünkü bir politik mücadele verdiğini düşünen hemen herkesin, sadece o dönemde Oregon’da değil, hemen her dönemde ve her yerde, eninde sonunda soluğu bu düzlemlerden birinde aldığını görüyoruz. Haklılık veya doğruluk üzerinden konuşulup duruyor. Hâlbuki hiçbir politik mücadele “gerçekte” bu düzlemlerde yürümüyor.
Politik mücadele, özü itibariyle “güç” düzleminde yürür ve hâlâ da öyle yürüyor. Türkiye’deki politik mücadele ile İsveç’teki arasındaki fark, birinde tayin edici olanın güç olması iken ötekinde mesela haklılık olması değil. Birinde oyunun güç üzerinden oynandığının gizlenemiyor olmasına mukabil, diğerinde gizlenebiliyor olması. Erdoğan bile, 2011’e kadar, sanki güç dışında bir şeylerle iş görüyormuş gibi görünmeyi becerebiliyordu. Şimdi, onca hatadan sonra, gücün görünmez olmasını sağlamak imkânsızlaştı.
Tayin edici olan güçtür. Oregonluların gücü kurumsal, kaba güçtü. Çocuklarınki “yumuşak güç”. Bilginin, becerinin, heyecanın, sevincin, yaratıcılığın gücü… Birincisi kısa sürede daha kolay netice alır, ikincisi uzun vadede kazanır. Çünkü birincisi değişmez, olsa olsa irileşir. İkincisi ise öğrenir.