Seçim Neye Lazım?
Üniversitede başka bir bölümden aldığım Termodinamik dersinin ilk saatinde, amfinin en arka sırasında Gırgır okurken, bir espriye sesli gülmekten kendimi alamadım. Dersin hocası, yanlış hatırlamıyorsam Ediz Paykoç adında bir hocaydı. Tahtaya bir şeyler yazıyordu, şaşkınlıkla dönüp baktı. Utandım. Gırgır’ı topladım ve amfiden çıktım. Bir daha da hiçbir Termodinamik dersine girmedim.
İlk ara sınava girdim. İlk defa kitap-defter açık bir sınava giriyorduk. Süre sınırı da yoktu. Sigara içmek de serbest olduğundan (eski güzel günler…) altı saat kadar, hiç anlamadığım sorularla boğuştum. Sonunda bıkkınlıkla kağıdı teslim ettim. Salondan çıkmadan, hoca elime bir teksir tutuşturdu. Bütün soruların çözümlerini teksir etmiş, sınavdan çıkan herkese veriyordu.
Altı saat süreyle yoğunlaşmış bir zihinle soruların çözümlerini görünce, kısa süre içinde hepsini öğrendim. Aynı senaryo ikinci ara sınavda da tekrarlandı. Her iki ara sınavda da çok düşük notlar almıştım ama dönem sonu sınavında, iki ara sınav sonrasında öğrendiklerimle geçer notu aldım ve geçtim.
Lisans öğrenimim sırasında karşılaştığım hocalardan sadece ikisini sonradan saygıyla hatırladım. Birisi, dersine sadece bir defa girdiğim Termodinamik hocamdı. Ondan öğrendiğimi, yani öğrencinin öğrenmeye en çok yaklaştığı anın hemen sınav sonrası olduğunu hiç unutmadım. Öğretim görevliliği yaptığım süre boyunca, sınavları, becerebildiğim ölçüde bir öğrenim enstrümanı olarak değerlendirmeye çalıştım.
Seçimler bence, sınav öğrenci için neyse, toplum için odur.
Yani sınav sadece öğrencinin neyi öğrendiğini ölçmekle kalmak zorunda değil ya, seçim de sadece kimin kazanacağını tayin etmekle kalmak zorunda değil. Zaten öyle olmaz. Siyaset, ağırlıklı olarak, seçim atmosferinde yapılır. Yani siyasetin toplumu dönüştürmesi, seçim dönemlerinde yoğunlaşır.
Memleketi bir şirket gibi algılayıp, seçimin amacının da şirketin yöneticisini seçmekten ibaret olduğu kanaati ile dövüşmek zor, biliyorum. Ama siyaset, toplumu dönüştürmek kastıyla yapılır.
Dolayısıyla, seçimi kaybedecek olduklarını bilseler de, kendilerine Ulusalcılar denen (ve galiba kendilerine Ulusalcılar diyen) siyasetçilerin, CHP’nin daha CHP’ye yakışacak (yani onların CHP’ye yakışacağını düşündükleri) bir isim talep etmelerinde anlaşılmaz bir şey yok.
***
Buraya kadar tamam.
Sertergiller bence haklı yani. Buraya kadar mutabıkız. Ama zannediyorum ki, Cumhurbaşkanlığı seçiminden istifade, Türkiye’nin siyasetine hangi değerlerin enjekte edilmesinin iyi olacağı konularında hiçbir ortak paydamız yok.
Benim aklıma geliveren sıkıntıları sayayım: (1) Türkiye’nin kutuplaşması. (2) Toplumun geniş kesimlerini kuşatan ümitsizlik, hayalsizlik, netice olarak geçmişe dönüklük. (3) Sisteme, ülkeye ve kendine güvensizlik. (4) Türkiye de dâhil olmak üzere bölgeyi kuşatan belirsizliğe nasıl cevap verileceği konusundaki belirsizlik.
Benim açımdan Cumhurbaşkanlığı seçimi, bu tür esasa dair meselelerde, hep birlikte eksikliğini duyduğumuz kavramların üretimine katkı sağlayabilir, zemin oluşturabilir. Sağlamalı ve oluşturmalı.
Şunu demek istiyorum: Kutuplaşma, bir kavram. Ama Erdoğan kutuplaşmayı o raddeye taşıdı ki, kavram artık toplumun mevcut halini adlandırmakta kifayetsiz kalıyor. Tehdidin büyüklüğünü tarif eden değil, ufaltan, gizleyen bir kavram olarak kaldı. Dilinin ucuna kutuplaşma terimi gelen hemen herkes, terim ile gerçeklik arasındaki orantısızlığı hissedip, lafını yutuyor. (Veya, en az bunun kadar vahim olanı, toplumu tek tipleştirme, olağan ve sağlıklı bölünmeleri de mahkum etme heveslerinin gerekçesi olarak kullanılıyor kutuplaşma. Tastamam 12 Eylülcülerin yaptığı gibi…)
Veya mesela, Erdoğan dâhil kimsede bir gelecek hayali yok. Herkes geçmişin muhasebesi ile meşgul. Tabii olarak her kesim, kendi alacaklarını masaya sürüyor. Mesela Ulusalcılar da memlekete yeni bir istikbal tarif ediyor değiller. Karşısındakilerin altın çağı Osmanlı ise, Ulusalcılarınki de Cumhuriyetin ilk on yılı. Zaten Cumhuriyetlerinin kaçıncı yılını kutluyor olurlarsa olsunlar, Onuncu Yıl Marşıyla kutluyorlar. Bir istikbal hayal edememek o kadar olağan karşılanıyor ki, asıl vahamet hayalsizlikten de öte, onun bu ölçüde olağanlaşmasında. Bu hali tarif edebilsek, kavramlaştırabilsek, bu seçim atmosferini bu amaçla değerlendirebilsek, 11 Ağustos’ta bambaşka bir platoda olabiliriz.
Veya mesela, aynı takımın farklı mevkilerinde oynuyor ve daha yüksek prim almak için birbirimizle rekabet ediyor da olsak, hiç değilse uygun bir boşluk bulduğumuzda bize pas atılacağını, veya attığımız pasın gol yapılabileceğini düşünemiyoruz. Bu hal, daha önce sözünü ettiğim kutuplaşmanın bir türevi olsa da, başka boyutlar da ihtiva ediyor. Bunu da can acıtacak kadar olağan karşılıyoruz. (Bu hali “bırakalım Fenerbahçe-Galatasaray kavgasını, Dünya Kupasını düşünelim”lerle kavramlaştıramayız.)
Veya mesela, “bölgede ne oluyor” sorusunu, neredeyse yirmi yıldır Büyük Ortadoğu Projesi gibi muğlak bir cevapla karşılıyoruz. Veya duymazdan geliyor, hiç karşılamıyoruz. Halbuki bölgenin dinamikleri, kadiri mutlak bir otorite tarafından biçimlendiriyor gibi görünmekten çıkalı çok oldu. İçinde bulunduğumuz, istesek de dışına çıkamayacağımız oyunun seyircisi olmaktan bile çıktık.
***
Ayrıca açıklamayı gerektirmiyor herhalde, Erdoğangillerin bu tür problemleri umursadıkları yok. Farkında oldukları bile şüpheli. Eh, onların mazereti var: Seçimi kazanılacak bir şey olarak görüyorlar. Hepsi o kadar. İyi ama, seçimi kazanmayı pek de umursamayan Sertergillerin derdi ne? Onlar benim ihtiyaç duyduğum kavramlaştırmalara ihtiyaç olmadığını düşünebilirler, itiraz edemem…
…De, ne gibi kavramlaştırmalara ihtiyaç olduğunu düşünüyorlar? Seksen küsur yıldır çiğnedikleri, bir vakitler görebileceği işi görmüş, artık iş görmeyeceği tescil edilmiş kavramlardan gayrı ne var heybelerinde?