Şehirliler Kasabalıları…
Dün “zamansız görünebilir ama bugün biraz ‘teori’ takılalım” diye başlamıştım. Bana zamansız görünüyordu. Meğerse değilmiş, tam zamanıymış.
Der Spiegel “Ben Halkım – Otokratlar Çağı” gibi bir başlıkla, dört liderin —biri Erdoğan— resmiyle kapak yapmış. Almancam yok ama anladığım kadarıyla, otokratların seçilmesinin ardındaki sosyolojiyi tahlil etmeye çalışmışlar. Bu tahlillerin neticesinde ne bulmuşlar, bilmiyorum. Bence işte, dalgalanmanın/belirsizliğin maliyeti onlarca yıl boyunca kendilerine yüklenmiş olan sosyolojik kesimlerin itirazının üzerinde yükselen isimler bunlar.
Belirsizliği üstlenmiş kesimlere bir yandan “belirsizliğin maliyetini size transfer edip sonra da belirsizlikten sizi mesul tutan zibidilerden hep birlikte rövanşı alacağız” derken, öte yandan da “belirsizliği Kanada’ya, Avrupa’ya, şuraya buraya ihraç edeceğiz” veya “artık belirsizliğin bize ihraç edilmesine rıza göstermeyeceğiz” diyerek destek buluyorlar. Yani onlar her ne derlerse, onlara oy verenler bunları anlıyor/hissediyor.
İşin esasına dönmeden, Gazete Duvar’da bugün yayınlanan Hakkı Özdal imzalı yazıyı okumanızı tavsiye ederim (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/06/10/iki-sinifin-sacaklarinda-ramazanin-son-cumasi/). Özdal’ın sözünü ettiği ve aynı şemsiye altında toplanmalarına şaşırmış göründüğü kesimleri birbirine bağlayan şey, iddiam o ki, belirsizliğin maliyetini üstlenen kesimler olmaları. A-Plus iftarcıların büyük ekseriyeti, iddia ediyorum ki, gelecek Ramazan’ın son Cuma’sında benzer bir iftar programını finanse edip edemeyeceklerini bilmiyorlar. Avam piknikçiler de gelecek Ramazan’ın son Cuma’sında Kuzguncuk veya Paşakapısı’na gidip gidemeyeceklerini…
Ama…
Şu anda Bodrum’da, Çeşme’de, Foça’da olanların, gelecek yıl bu vakitler yine aynı mekânlarda olup olamayacaklarına dair bir endişeleri yok. Belki olamayabilirler ama onlar olamayacaklarını akıllarına bile getirmiyorlar. Dolar on lira olabilir seneye bu vakit. Kriz ekonomiyi şu kadar küçültebilir ama onlar yine Bodrum’da, Çeşme’de, Foça’da olacaklar. Şimdiye kadar hep oldular.
Bodrum’da, Çeşme’de olmak için A Plus olmaya ihtiyaç olmayabilir. Zaten yok. Profesör maaşından gayrı bir geliri olmayan profesör de, bir reklam ajansının sıradan bir çalışanı da Bodrum’da… Altlarında Audi’ler filan olmayabilir —gerçi altındakiler Doblo da değil. Gelecek yıl ekonomi küçülmüş olursa, onların “küçülmüş ekonomideki hisseleri” —veya toplumdaki gelir sıralamasındaki sıraları— sabit kalmış olacak. Birileri önlerine geçmişse, başkaları da arkaya düşmüş olacak ve… Neticede Bodrum’un iş yapabilmesi için fiyatlar yeni şartlara uygun olarak revize edilecek ve onlar yine “orada” olacaklar. Belki yıl boyunca birkaç çift ayakkabı eksik alacaklar, Bodrum’da üç hafta değil de iki hafta kalacaklar, filan. Ama “öngörülebilir” bir hayatları var. En azından öyle zannediyorlar.
***
İmdi…
Alakasız görünebilecek bir yerden başlamak zorundayım.
Bugün Suriye denen coğrafyada, tarihin muhtemelen hiçbir döneminde, mevcut Suriye’nin sınırlarını andıran bir siyasi otorite olmadı. Ya muhtelif siyasi otoriteler tarafından paylaşılmıştı malum bölge veya çok daha geniş alanları kontrol eden otoritelerin bölgelerinden bir bölge idi.
Halep ve Şam arasında, benzerlikten çok fark oldu hep mesela. Ama belirli bir tarihte, Suriye’de, Halep ve Şam’ı birbirine “eşitleyen” bir siyasi aktör olarak Suriye ulus-devleti inşa edildi. O tarihlerde yaşayan Halepli ve Şamlılara sorabilseydiniz, muhtemelen, adı konmamış “yabancı” unsurların dayatması olarak okuduklarını anlardınız Suriye’nin teşkil edilmesini. Bahse konu olan coğrafyadaki çoğunluğun iradesiyle oluşmadı o devlet.
Ama “yabancılar”ın hissesini de abartmamak lazım.
Neticede imalat teknolojisinin o dönemdeki ölçeği itibariyle, kabaca Suriye büyüklüğünde “pazarlar” optimum idi. O dönemde bugünkü Suriye topraklarında yaşayan “aydınlar” ve iktisadi aktörler farkındaydı ki, binlerce yıldır kendilerine yeten Halep ve Şam, artık kendi başlarına rekabet edemezler. Ancak bir araya gelebilirlerse ekonomik ölçekte imalat yapılabilir.
Bu ne demek?
Halep filanca ürünün üretiminde Şam’ın, Şam ise falancanın üretiminde Halep’in “gerisinde” kalacak. Bazı Halepliler ve bazı Şamlılar batacak. Ama Suriyeliler toplamda, öncekine kıyasla daha zengin olacaklar.
Anlaştık mı?
Ulus-devlet denen şey öyle kutsallaştırılacak filan bir şey değil. Ulus-devletlerden her söz edildiğinde yanına iliştirilen “tam bağımsızlık” hayali de, o ulus-devletlerin teşkil edildiği dönemin teknolojisi itibariyle manasız değil. Neticede Fransa, İngiltere, Almanya filan gibi devletler, “kendi kendilerine yeten” devletlerdi. İç pazarları yeterince büyüktü ve imalatçıları için ihracat “ekstra bir imkân”dan ibaretti. Son derece kırılgan olan dış ticaret kesilse de, iktisadi çark dönüyordu. Yani, Fransa için Suriye’de bir pazar olması elbette iyiydi ama elzem değildi. Elzem olacak gibi de değildi —Fransa’da iç pazarın büyüme hızı, zaten, teknolojinin dayattığı ekonomik ölçeğin sınırlarına kısa vadede ulaşılacağını ima ediyordu, eğer ulaşılmamışsa. Dolayısıyla bir Suriye devleti kurulursa, kendi kendine yeten bir hal alabilirdi —tam bağımsız olarak.
Benzer dönemlerde kurulmuş olan Türkiye ulus-devletinin bugün ballandıra ballandıra anlatılan iktisadi performansı, büyük ölçüde, Fransa’da imal edilen bir şeyin Türkiye’de pazarlanmasının o dönemde o kadar da iktisadi olmamasından kaynaklanıyor yani. Ne Fransa’nın ve ne de Türkiye coğrafyasında yaşayanların büyük ölçekli menfaati yoktu o tür bir ticaretten.
Ama hep olduğu gibi, iktisadi ölçek büyüdü. Nüfus artış hızından daha yüksek bir hızla büyüdü. Küreselleşme dediğiniz vaka, o teknolojik ölçeğin büyümesinin bir neticesi. Öyle kötü niyetli bir takım öznelerin kapalı kapılar arkasında kotardığı hain bir plan filan değil. Suriye ulus-devleti kurulduğunda Halep ve Şam’ın başına gelen, şimdi, mesela Türkiye ve Kanada’nın başına geliyor yani.
İşin öte yanından bakarsanız, ulus-devlet denen “siyaset teknolojisi”, Türklerin, Kürtlerin, Suriyelilerin icat ettiği bir teknoloji değil, ithal. Yani pekâlâ dış güçlerin dayattığı bir şey olarak okunabilir. Ama dile getirmeye çalıştım ki, öyle değil. İmalat, ulaşım, bilgiişlem teknolojilerinin belirli bir seviyesinin en rantabl siyaset teknolojisi ve öyle olduğu için yaygınlaşmış.
Şimdi?
İmalat, ulaşım ve bilgiişlem teknolojilerinin bugün ulaştığı safhada hâlâ “tam bağımsız”, kendi kendine yeten ulus-devletler hayal etmek, zırvalığın dik alası. Bunun en tipik misali, mesela, yerli otomobil. Daha önce yazdım, özetleyeyim, otomobil yapmak matah bir şey değil. Herkes yapabilir. Mesele şu ki, yaptığı otomobili herkes satamıyor. Eğer her yıl milyonlarca satamıyorsanız, yaptığınız otomobilin teknolojisini iyileştirmek için gereken araştırma-geliştirme masraflarını karşılamanız mümkün değil. Bunun için de, herhalde anlaşılıyor, dünyanın dört bir yanına otomobil satabilmeniz gerekiyor.
Veya?
Türkiye’ye otomobil ithalatını daha da zorlaştıracaksınız, iyileştiremediğiniz otomobilleri zorla ahaliye dayatacaksınız. “Kendine yeten” ve/veya “tam bağımsız” olur musunuz bilmem ama kalitesiz otomobile mahkûm olacağınızın garantisini veririm.
***
Bu uzun parantezi kapatıp, mevzua dönebiliriz.
Ulus-devlet inşası sürecinde, İzmir, Adana, Eskişehir, Erzurum filan gibi merkezler muhtelif avantajları sayesinde Bursa, Konya gibi merkezlerin iktisadi ve sosyolojik yıkımı pahasına geliştiler. Toplam refah arttı. Ama birileri, aniden ortaya çıkan —ulus-devletin inşası “yüzünden” ortaya çıkan— ekstra belirsizliği finanse etti yani.
Sonra, ulus-devlet inşasının yol açtığı sarsıntı dindikten, zemin oturduktan sonra, bu defa da Bursa, Konya gibi merkezler muhtelif avantajlarını kullanarak sisteme entegre oldular. Ama bu arada Eskişehir, Adana, İzmir ve çok daha öncesinde Erzurum geriledi. Sivas, Diyarbakır, Van, Trabzon filan gibi merkezler zaten ilk darbeden sonra bir daha ayağa kalkamadılar.
Filan.
Şimdi de küreselleşmeyi dayatan ekonomik şartlar yüzünden, dünya sarsılıyor. Belirsizlik artıyor ve artan belirsizliği birileri diğerlerine ödetiyor. Daha önce dedim, Türkiye’ye —daha genelde modernleştirilmiş toplumlara— has olduğunu zannettiğim bazı sosyolojik gerilimlerin önemli bir bölümünün evrensel olduğunu, Trump’ın seçimi sürecinde fark ettim. Evet, Amerika’da da, hem belirsizliği kendilerine finanse ettirip hem de parmaklarını sallayarak “siz ne kadar geri kafalısınız, hep sizin yüzünüzden başımız dertte” diye kendilerini aşağılayan “elitlere” karşı büyük bir öfke birikmiş. Trump’ı o öfke iktidara taşıdı. Bahse konu olan kesimler arasında anlamlı bir zenginlik farkı yok. Yani “elitler” ile diğerleri arasında gelir açısından büyük fark yok. Ama gelirin güvencesi açısından büyük fark var.
Farkı yaratan da, bahse konu olan “emniyet hissi farkı”.
Küreselleşmenin geriye döndürülebilir olduğunu zannetmiyorum. Sadece refah artışının küreselleşmeye endeksli olması yüzünden değil. Küreselleşmeden geriye doğru her hamle toplam zenginliği ciddi ölçüde azaltır ama küreselleşmeyi durdurulamaz kılan esas faktörün bu olduğunu zannetmiyorum.
Nedir peki?
Dünyanın hemen her yerinde genç işsizlerin oranı, toplam işsizlerin iki katı. Belirsizliği esas finanse edenler, bir sosyal sınıf ve/veya bir zümre değil hanidir, bir yaş grubu. Belki de insanlık tarihinde ilk defa 18-25 yaş grubu içinde ailesinin desteğine muhtaç olanların oranı bugünkü kadar yüksek. Ve bu kesim, ağırlıklı olarak, Trump’ın, Putin’in, Erdoğan’ın, Le Pen’in, May’in karşısında… Bu hal, öncüllerden yola çıkıp akıl yürüterek tahmin edilebilecek halin tam zıddı. Ama tamamen manasız değil.
Aksine çok manalı.
Sözünü ettiğimiz kesim aileleri kadar yokluk/yoksulluk görmedi. Ama esas mühim olanı şu ki, aileleri ile kıyas kabul etmeyecek kadar uluslararası temasları var. Onlar küresel çocuklar. Dolar yükselince sizin aklınıza ne geliyor bilmiyorum ama onlar “grafik kartı”nın veya filanca bilgisayar oyununun fiyatındaki farklılaşmaya bakıyorlar —otomobil fiyatlarındaki değişime değil.
Göründüğü kadarıyla, kendilerini emniyette hissetmeleri için hiçbir sebep yok. Emniyette değiller, belirsizliği ta iliklerinde hissetmeleri gerekiyor. Belki de hissediyorlar ama belirsizlikten sizin kadar etkilenmiyorlar. Belki de hissetmiyorlar. Dolayısıyla onları “ama küreselleşme canımızı yakacak” filan diye korkutmanın imkânı yok.
Erdoğan 24 Haziran’da giderse, Der Spiegel’in kapağındakilerin arasında “ilk giden” olacak. Gitmezse? Er veya geç, Erdoğan ve temsil ettiği zihniyet yenilecek, o kapaktakilerin hepsi… Biraz daha vakit kaybetmiş olacağız. Biraz daha fazla can yanacak.
Ama şehirliler kasabalıları —en çok on yıl içinde— kesin olarak yenecek.