Sevmek ama Nasıl?

Tuğrul Keskin diye biri varmış. Yunanistan’ın Anadolu işgaline direnen komünist Yunan askerlerinin İzmir’de Yunan ordusu tarafından infazını öğrenince etkilenip şiirler yazmış. Bu şiirleri Zito i Epanastasi (Yaşasın İsyan) adlı bir kitapta toplamış.

Geçmiş zamanın rivayeti kipiyle yazıyorum. Bu kip bir tür küçümseme ima etmekte de istihdam edilebilir. Öyle bir ima yok, benimki dümdüz, bilmezlik, yeni öğrenmişlik halinden kaynaklanıyor. Yoksa —anlaşıldığı kadarıyla— Ortadoğu konusunda uzman bir sosyoloji profesöründen söz ediyoruz. Ne yazdıklarını okumuşluğum var, ne de daha önce adını duymuşluğum. Hafife alma salahiyetim yok yani.

Kitaplarının, makalelerinin konuları enteresan görünüyor (https://works.bepress.com/tugrul_keskin/). Bir de —şiir kitabının yayınlanması üzerine— Kemal Okuyan’ın kendisiyle yaptığı bir röportaj var (http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/tugrul-keskin-syrizayi-mi-yazmisti-kemal-okuyan/1811). Bu yazıyı da, Tuğrul Keskin’in değil o röportajda Kemal Okuyan’ın söylediği bir şeyi sizinle paylaşmak için yazıyorum. Şöyle diyor, bir soruyu sorarken:

“Yunanlılar cephesinden bakmak dedin, çok zor olmalı onlar için çünkü ‘vatan haini’ damgası yiyorlar. Milliyetçilik bir bakıma, kendi ulusunun alçaklıklarını yok saymak çünkü. Buna direnebilmek gerekiyor. Aynı Yunan komünistleri, İkinci Dünya Savaşı sırasında hem İtalyan, hem Alman, hem İngiliz işgaline direndi, onlara zamanında ‘vatan haini’ diyenler ise ya işbirlikçi ya teslim oldu. İzmir’de ‘işgalci olmam ben’ diyenlerin çocuğu, kardeşiydi faşizme karşı dövüşenler. Yunan ulusunun onurunu kurtardılar. O yüzden hep derim; yurtseverlik kendi ülkeni sömürücülerden, zalimlerden, haksızlıklardan temizleme iradesidir.”

Basit, son derece basit bir tespit. Eğer yurdu seviyorsan, onu temiz tutmaya, temiz kalamıyorsa temizlemeye çalışacaksın. Evini seviyorsan yaptığın gibi… Ve fakat milliyetçilik, tam da Okuyan’ın işaret ettiği gibi, kendi ulusunun alçaklıklarını yok sayma hali…

***

Önce…

Şiirlere ilham veren olay, Yunanistan adlı ulus-devletin, emperyalistler marifetiyle imal ediliş sürecinde gerçekleşiyor. Muhtemelen bana geldiği gibi size de bugünlerde İnternetten ulaşmıştır —veya eli kulağındadır, ulaşacaktır. Eğer benim gibi siz de bilmiyordu iseniz, öğrenmişsinizdir. Venizelos’un köpürttüğü milliyetçilik dalgasının üzerinde Yunanlılar, ulus-devletlerini Anadolu’da, nüfusunun çoğunluğu Rum/Hıristiyan olan, tarihte kendilerinin olmuş olduğunu düşündükleri bölgelere genişletmeye kalkarlar. Ama Anadolu’ya doğru yola çıkan ordudaki bir grup, “Anadolu halkı bizim kardeşimizdir, bu işgal hareketi bir emperyalist harekettir, İngiliz emperyalizminin maşası olmayacağız” diyerek bir bildiriyi imzaya açarlar. 200 asker imzalar. Yunanistan’da da bir o kadar imzalayan olur. Çok geçmeden bu “vatan hainleri”, İnciraltı’da infaz edilirler.

Yani öyle “ulus-devlet emperyalizme karşı” filan diye satılabilir bir şey yok. Varsa, bir masal.

***

Sonra…

Kürtlerin bir ulus-devlet sahibi olması veya olmaması beni çok da alakadar etmiyor. Olacaksa o ulus-devletin Kürtlerin alçaklıklarını yok saymaya pek hevesli olacak bir devlet olacağına dair mebzul miktarda işaret var. Cihan Harbi esnasında fırsatı ganimet bilip bölgenin kadim halklarının mallarının üstüne oturmak filan gibi alçaklıkları mesela… İşte o muhtemel ulus-devletin böyle bir ulus-devlet olup olmaması beni çok alakadar ediyor. Bir Kürt ulus-devleti hayali kuranların önemli bir bölümünün yegâne derdinin de aslında, son yüz küsur yılda yapılmış alçaklıkların meyvelerinin konsolodisyonu olduğundan şüphem yok. “Şunlar yaptı oldu, bunlar yaptı oldu, biz de benzer işler işleyelim” gibi bir şey…

Ama tahmin ediyorum ki Kürtlerin arasında da “tamam yahu alçaklıklar yaptık durduk ama bedelini de fena halde ödedik, tercih Türklerin alçaklıklarını görmezden gelen TC ile Kürtlerin alçaklıklarını görmezden gelen bizim devletimiz arasındadır” demeyen, böyle denmesine karşı direnebilecek birçok kişi vardır. Okuyan ve Keskin’in aksine, onların ille de komünist olması gerektiğini düşünmüyorum. Yakın tarih gösteriyor ki, komünistlerin arasında, komünistlerin alçaklıklarını görmezden gelmeye teşne olanlar da az değildi.

***

Demek ki…

Mesele ulus-devlet ve/veya komünizm meselesi filan değil. Mesele, mensup olduğun kümeyi sevmekten ne anladığın. Bir insanı, bir kadını (veya erkeği) seviyorsan mesela, çocuğunu seviyorsan, onu kötülüklerden sakınırsın. Sadece ona kötülük yapılmasından değil, onun kötülük yapmasından da… Bugün dindarlığının tuhaf yanları memleketin siyasetini içinden çıkılmaz hale getiren kalabalıklara sorun mesela, “çocuklarına haram lokma yedirmemek” de anlamlı yaygınlığı olan bir motivasyondur. Çocuklarını severler ve onların haram lokma ile kirlenmesini istemezler.

Sevmek, öyle bir şey. Yani öyle bir sevmek de mümkün. Çoluğun çocuğun hırsızlık yaptığında, bir daha yapmaması için —onun acı çekmesine de yol açacağı kesin olan— tedbirler almak da sevmek olarak tarif edilebilir. Kapıya gelen polise dayılanıp “vay bana komplo kuruyorlar” filan diye gürültüye getirip günaha günah eklemek de… Mesele, bu ikisinin arasında nerede olduğunuz.

Dindar Müslümanlar biliyorum ki, sadece İslami referansları yüzünden ilkini tercih edebiliyorlar. İnançlı komünistler biliyorum ki, sadece komünizmi öyle anladıkları için aynı tercihi yapabiliyorlar. Öncelikleri Türklük olan öylelerini biliyorum ki, onlar da benzer tercihleri yapabiliyorlar. Ve her üç grupta da, tamamen zıddı tercihleri yapabilenler de biliyorum.

Defalarca söyledim, tarihi temizlemek mümkün değil. Geçmişin hesabını denkleştirmek mümkün değil. Ama bugün, her birimiz, bugünün günahları karşısında, “ama emperyalizm, bize ‘bonba’ attılar, dinimize sövüyorlar, bu dindarları bire kadar kırmadan çağdaşlaşamayız” filan gibi zırvalara müracaat etmeden tutum takınabiliriz. Takınabilenler var, onlara şehirli diyorum. “Ama o da bana şunu yapmıştı” diye mazeret uydurup günahlara günah ekleyenler var, onlara da kasabalı diyorum.

***

Ve nihayet…

Günümüzün Türkiye’sinde şehirli nüfusun kasabalı nüfustan daha kalabalık ve daha enerjik olduğunu düşünüyorum. Mesele şu ki, onların siyasete ulaşması imkânsız görünüyor. En azından iki sebeple: (a) 1982 Anayasası marifetiyle siyasi partiler sosyolojideki değişimlere hassas olmadan da varlıklarını sürdürebilen çeteler haline getirildiler ve (b) memlekette siyasetin illa ki büyük anlatılar gerektirdiği hususunda, “siyaset esnafında” yaygın ve temelsiz bir inanç var.

İçinden çıkılamayacak bir halde değiliz, haritalarımız yanlış.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin