Şiddetin Semeresi

Scorsese’nin New York Çeteleri (Gangs of New York) filminden, daha önce, IŞİD’in akıbeti hakkında tahminde bulunmaya çalışırken söz etmiştim. Hatırlatayım, filmde, birkaç nesil önce ABD’ye göç etmiş ve kendilerinden sonra göç edenlere misafir sevmez ev sahibi gibi davranan Protestan yerliler ile ülkeye yeni göç eden Katolik İrlandalı göçmenler arasındaki şiddetli gerilime şahit oluruz. Film ilerledikçe, iki tarafın birbirine tatbik ettiği şiddet ağır ağır tırmanır. Öyle ki, her adımda biraz daha içiniz bulansa, biraz daha huzursuz olsanız da, olup biten her şey öngörülebilir görünür. Makul olmasa da mantığa uygun… En azından alışılmış ve beklendik…

Derken, öyle bir noktaya geliriz ki, şiddet öyle bir noktaya tırmanmıştır ki, birden kendimizi bir adım sonrasını tahmin edemez bir halde buluruz. Çığ gibi büyüyen, geometrik bir hızla büyüyen şiddet yumağının bir sonraki safhası, bütün New York’u yese doymayacak gibidir. Tam o noktada establishmenti (müesses nizamı) temsil ettiğini anladığımız Amerika’nın güçlü adamlarının bilardo oynadığı bir sahne gelir. Birileri bir göz işareti yapar. Ve… Amerikan donanması limandan, iki tarafın nihai savaşa tutuştuğu meydanı rasgele bombalamaya başlar.

Suçlu suçsuz ayrımı gözetmeyen kıyım.

***

AKP, yani Erdoğan ve şeyleri, iktidarda kalmak ve hırsızlıklarını sürdürebilmek için şiddeti istikrarlı bir biçimde, adım adım yükselttiler/yükseltiyorlar. Şiddet, politikanın, iktidarı sürdürmenin en temel enstrümanı halini almış durumda. Şiddetin kime yöneldiğinin Erdoğan ve şeyleri açısından önem taşımadığına da şahit olduk. Ortada kendisini besleyen bir şiddet olduğu sürece, sadece o şiddete maruz kalanlarla akrabalığı olanlar —bu yüzden kendisinin de şiddete maruz kalabileceğinden endişe edenler— değil, dışarıda kalan herkesi de korku yönetiyor.

Ama…

Bu şiddet-korku politikasının ciddi bir defosu var: Şiddetin büyümesi/büyütülmesi lazım. Şiddet, kontrollü ve ölçülü bir biçimde büyütüldüğü sürece, olup bitenleri içiniz kaldırmasa da, bir biçimde mantıklı, açıklanabilir bulabiliyorsunuz. Alışıyorsunuz. Ve şiddet, birkaç ay önce havsalanızın almayacağı seviyelere tırmandığında, artık ona hazır, onunla yaşayabilir hale gelmiş oluyorsunuz. O noktada birileri, bilardo oynamaya gitmeden önce, barut fıçısının üzerine bir kıvılcım atıyor ve şiddet, onun içinde yaşayanlar, ona alışmış olanlar için bile katlanılamaz seviyeye aniden tırmandırılıyor.

New York Çeteleri, bildiğim kadarıyla gerçek bir hikâye. Ama bu süreci anlamak için ta New York’a gitmemiz lazım değil. 12 Eylül öncesinde Evren ve şürekâsı da benzer bir oyunu oynadılar. Türkiye’de benzer oyun, bambaşka salonlarda defalarca sahnelendi. En son 7 Haziran sonrasında Erdoğan ve şeyleri, iki yanını da kendilerinin imal ettikleri şiddeti tırmandırarak, 1 Kasım öncesinin atmosferini imal ettiler. Hatırlayın, Akrep’in arkasına bağlayıp gezdirdikleri ceset videosunu servis ederek, Taybet Ana’nın cesedini günlerce sokak ortasında bekletip beklettiklerinin görünür olmasını sağlayarak, karşı tarafın karşılık verme ihtiyacını kışkırtıp durdular. Ama karşı taraf beklenen şiddeti sergilemedi. Bunun üzerine Nusaybin’deki hendekleri bahane edip, New York Çeteleri filminin final sahnesinin benzerini seyrettirdiler bize.

Yaptılar ve oldu.

***

Yaptılar ve oldu. Devam etmeden önce, karşı tarafın —onca kışkırtmaya rağmen— neden beklenen karşılığı vermediği mevzuuna değineyim. PKK birden melekleştiğinden, şiddetten arınmaya karar verdiğinden sessiz kalmadı o Akrep’lere, Taybet Analara, JÖH’lere, PÖH’lere… Veya korkup sinmiş olduğunu da zannetmiyorum.

Ya ne oldu?

PKK ağırlığını taşıyan ayağını Suriye’ye taşıdı. Kendi şiddet potansiyelini, Suriye’nin kuzeyinde bir düzen kurma enstrümanı olarak kullanmaya başladı. Şiddetin karşılıklı tırmandırılması sayesinde kendisine onlarca yıl boyunca varlığını sürdürme imkânı üretebilmiş olan örgüt, devletin ne yaptığını, nereye varmak istediğini, elbette devlet kadar iyi biliyordu. Eğer orada Rojava gibi boş bir alan olmasa, muhtemelen devletin hamlesine karşılık da verecekti. Ama artık Rojava vardı ve PKK ısrarla devletin hamlelerini karşılıksız bıraktı. Neticede AKP ve şeyleri, iki tarafın hamlelerini de kendileri yapmak zorunda kaldılar.

Bunu yazın bir kenara. PKK başka bir faza geçti. Günün şartlarının gerektirdiği faz değişikliğini gerçekleştiremeyen unsur, devlet. Daha doğrusu Erdoğan ve şeyleri. Onlar sadece bir tek oyun biliyorlar ve onu oynayıp duruyorlar.

***

Şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz.

7 Haziran – 1 Kasım arasında, iki tarafın şiddetini de kendileri imal ederek bir oyun sahnelediler. Yaptılar ve oldu.

O halde?

Görünen o ki, Erdoğan’ın şeyleri Zarrab’dı, TEOG’du, Cemaatti filan diye oyalanıp dururken, Erdoğan onları ve karşılarındaki yığınları bu tür malzemeyle oyalarken, “ulan şimdi nasıl olup da Atatürkçü olacağız” filan diye sancılanırken bir taraf ve öteki taraf da “ulan Atatürk’ü size yedirmeyiz” diye efelenirken…

Birileri Erdoğan’ı “bak defalarca yaptın ve hep oldu, şimdi altın vuruş zamanı” noktasına getirmiş gibi görünüyor. “Gideriz Suriye’de vururuz Kürtlere, yaparız ve olur. Sen de kahraman olursun.”

Provalarını izlediğimiz oyunun böyle bir şey olduğunu, Türkiye’de —ve dünyada— defalarca denenmiş ve sonuç almış bir şiddeti aniden tırmandırma oyunu olduğunu düşünüyorum. Erdoğan bu oyunda, Türkiye’de asla bir araya gelemeyecek tarafları bir arada sokağa çıkarma rolünü üstlenmiş gibi görünüyor. Eh, bu işi onun kadar yüksek performansla oynayabilecek başka bir aktör de yok.

Mesele şu: Birileri Erdoğan’ı, “şiddet aniden tırmanıp herkesi hayatından bezdirdiğinde, onun üzerine daha büyük bir şiddetle giden establishment sensin, dolayısıyla nihayetinde de kahraman sen olacaksın” diye dolduruşa getiriyor ama Erdoğan aslında, New York Çetelerindeki Protestan yerlilerin Reisi Kasap Bill’den başkası değil. Şiddeti, göz kamaştırıcı bir şiddetle imha edecek olan establishment başkaları. Kimlerin donanması olduğunu ve sahnedeki bütün şiddet aygıtlarının çok üzerinde bir şiddet potansiyelini kimin/kimlerin harekete geçirebileceğini hepimiz biliyoruz.

Erdoğan, sınırın güneyinde bir şiddet tırmandırma oyununu sahneleyip, tırmanmış şiddetin üzerine göz kamaştırıcı bir şiddetle giderek, tırmanmış şiddeti daha yüksek dozda bir şiddetle söndürerek kahraman olmayı hayal ediyor —birileri ona “ancak sen yaparsın” diye gaz veriyor. Bu oyunu oynayabilir, sınırın ötesinde bugün hayal bile edemeyeceğimiz işler işleyebilir mi? İşleyebilir. Bu durumda sadece kendisini bugüne kadar desteklemiş olanları değil, geleneksel olarak karşısında durmuş Sözcü ve benzeri zavallılıkları yapan ve tüketenleri de suç ortağı yapabilir mi? Görünüşe göre yapabilir. Yapıyor zaten, hazırlıyor yani.

Sonra?

Bir defa daha yapmış ve olmuş olabilir mi?

Bu defa olmaz.

Çünkü görünüşe göre birileri bizi sınırın güneyinde bu tür bir şiddeti tırmandırma oyunu sahnelemeye zorluyor. Sonra tepemize limandaki gemilerinden bomba yağdıracaklar. Hepimizin tepesine… Ve dünyanın dört bir yanında yaşayanlar, bu bölgede böyle bir oyunun sonunu getirecek aşırı bir şiddete şahit olmaya hazır hale getiriliyor. Tıpkı New York Çetelerinin sonlarında, nefesini tutmuş, çaresizlik içinde olup biteni seyrederken, aniden limandaki donanmanın top atışlarıyla sarsılan ve “ama olacağı buydu” diye salonu terk eden seyirciler gibi, dünyanın kalanı da aylardır bu final sahnesine hazırlanıyor.

Kendi sınırlarının içinde yaptığın pisliklere öyle veya göz yumanların, Suriye’nin kuzeyindeki bir maceraya da göz yumacaklarını beklemek safdillikten de öte bir şey. Erdoğan da zaten safdilden de öte biri. Benim içinden çıkamadığım husus, Erdoğan’ı adım adım bu maceranın kıyısına sürüklemiş olanların da bu ölçüde safdil olup olmadıkları. Bu Bahçeli’yi, Perinçek’i ve onlar vasıtasıyla tahrik edilen aktörleri sahaya sürenler de ne yaptıklarını bilmiyor olabilirler mi, şüpheliyim. Ne yapıyor olduklarını biliyorlarsa, yaptıklarını yapmaktan muradları ne, anlamıyorum.

Ama hepimizin oyunun tamamen dışına itileceğimizden, tepemize —“şu karıştı, bu dışarıda kaldı, şu muhalefet etti” diye ayrım gözetmeden— bombalar yağacağından hiç şüphem yok. O bombaları kimlerin yağdıracağı da besbelli: ABD ve Rusya başta olmak üzere, establishment.

***

Bitirmeden…

Bütün bunları böyle söyledim diye komplocu olmuş filan değilim. Anlattığım şey bir komplo değil zaten. Ortada —her zaman olduğu gibi— bir oyun (game) var. Bölgede kimin ne gibi menfaatleri olduğu, kimin nelerden vazgeçmemek için neleri göze alabileceği az çok belli. Kimin hangi mevkiinin güçlü, nerelerinin zayıf olduğu da… Bir Şampiyonlar Ligi yarıfinal maçının ortasında, “vay bu futbol dünyası adil değil, olmalı” nidalarıyla, üzerlerinde Menemenspor formalarıyla sahaya dalıp, önüne gelene tekme atıp tur atlamayı hayal edenin başına neler geleceğini tahmin etmek zor değil.

Ortada komplo filan yok. İyi kötü bir düzen ve o düzene ayak uyduramayan bir zırcahil sürüsü var.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin