Sızdırmaz Toplum Hayali
Aşağıdakileri okurken Özgecan vakasını aklınızdan çıkarın.
Neyin suç olduğu konusundaki kanaatler, zaman içinde değişti. Farkındasınız değil mi? Üç yüzyıl içinde değişti ama sadece o kadar değil. Muhtemelen sizin hayatınız boyunca da değişti.
Mesele şu: Neyin suç olduğu konusundaki kanaatler değişip, nihayet doğru bir noktaya ulaşmış değiliz. Kanaatler hâlâ değişmekteler ve biz toprak olduktan sonra da değişecekler. Hep değişecekler. Yani biz bir geçiş dönemini atlatıp nihayet bir vahaya ulaşmış, orada ilelebet konaklayacak değiliz. Hep yoldayız ve hep yolda olacağız.
Sadece neyin suç olduğu konusundaki kanaatler değişmekle kalmadı. Hangi suçun hangi cezayla dengelenebileceği konusundaki kanaatler de değişti, değişiyor.
Bu hususa devam etmeden bir parantez açayım: Akşam’da yazarken yazmıştım, İsviçreli bir grup bilim adamı, oyun teorisi üzerine deneyler yaparken, insanların adil olmadığını düşündükleri durumlarda adaleti sağlamak adına, kendi ceplerinden ödeme yapmaya bile gönüllü olduklarını göstermişlerdi. Yani bir adalet duygumuz var. Daha önce burada yazdığım yazılarda da değinmiştim, bebeklerde bile bir tür adalet duygusu var. Yani adalet duygusu her ne kadar sosyal mekanizmalarla biçimlendirilen bir şeyse de, biyolojik kökeni var.
Evet, bir suçun gereğince cezalandırılmaması, sosyal dokunun devamı açısından ciddi bir risk taşıyor. Amenna. Ama mesele, hangi suçun hangi cezayla cezalandırılması durumunda adalet duygumuzun tatmin olacağı… Emekli maaşını almış bir adamı tramvayda çarpan bir yankesici yakalandığında hangi cezaya çarptırılırsa hak yerini bulmuş olacak?
Bu tür suçlarda bile ceza ölçeği durmaksızın değişiyor. Değişecek.
Peki, neden değişiyor? Neden değişmeli?
Bir defa, galiba, daha önce bazı yazılarda da işaret ettiğim gibi, biyolojik olarak değişiyoruz. İnsan denen türün genetik havuzu değişiyor. Ama özellikle son üç yüzyılda hızlanan değişimin genetik havuzdaki kod değişimiyle açıklanabileceğini zannetmiyorum. Şehirleşme ve iletişim teknolojilerinin gelişimi gibi faktörler sayesinde, genetik kod değişiminin neticeleri amplify oluyor diye düşünüyorum.
Netice olarak insanoğlu, en azından şehirleşen toplumlar, bir bütün halinde, bir istikamette yol alıyorlar. Türkiye de o bütünün bir parçası. İngiltere veya Kanada ile aynı istikamette yol alıyor. Dinin farklı olması, geleneklerin farklı olması fark etmiyor. İnsanların dindarlık seviyelerinin yüksek veya alçak olması da fark etmiyor.
Ama bir şey fark ediyor. Fark ediyor ki, bazı toplumlar, dünyanın kalanı ile senkronize olmayabiliyorlar. (İlerlemeden söyleyeyim: Dünyanın kalanı ile senkronize olmaya iyi veya kötü bir değer yüklemiyorum. Sadece bir tespit yapıyorum.) Hangi toplumlar dünyanın kalanından farklı olarak donup kalabiliyor? Mesela Suudi Arabistan, mesela Kuzey Kore, filan. Meselenin ırkla, dinle, dindarlıkla, gelenekle ve saire ile alakası yok. Toplumun açık toplum olmasıyla alakası var.
***
Zurnanın zırt dediği yer burası. Açık toplum derken kastettiğim şey, toplumun normlarının sızdırmaz olmaması. Normal şartlarda hiçbir toplumun normları sızdırmaz olmaz zaten. Ancak çok güçlü, çok muktedir bir otorite altında toplum sızdırmazmış gibi davranabilir, sızdırmazmış gibi davranacak biçimde zapt edilebilir. Sızdırmazlık kaygısında olmayan toplumlarda ırklar karışır, gelenekler güncellenir, din yeniden yorumlanır.
Ama… Eğer sızdırmazlığa bir kıymet vehmediyorsanız, toplumun büyük bölümü böyle bir kanaate sahipse, ırka, dine, geleneğe filan lüzum yok. Hatta bir şeyleri dayatan bir otorite bile şart değil. O toplum kendi kendine, herhangi bir doktrinden değişmez bir din imal edebilir. Hemen bütün modernleştirilmiş toplumlar böyle yaptılar. Modernliğin kendisi bir din gibi algılandı modernleştirilmiş toplumlarda.
Türkiye’nin sıkıntısı burada.
Ulusalcılar, kendi millet kavramlarından yeni bir ırk, ithal ettikleri görgü kurallarından yeni bir gelenek ve Sünni İslam’dan bozma laikleştirilmiş inanç sistemlerinden de yeni bir din imal ettiler. Burada bir beis yok. Bunların güncellenmesine tahammülleri yok, burada çok beis var.
Bayrağı ulusalcıların elinden başkaları aldı. Osmanlı’nın millet anlayışı zannettikleri şeyden bir ırk, Osmanlı’nın gelenekleri zannettikleri şeyden bir gelenek, kendi İslam yorumlarından bir din imal ettiler. Burada da bir beis yok. Ama bütün bunları sızdırmaz kılmaya çalışıyorlar, burada çok beis var.
***
Neyin suç olarak tarif edileceğine karar veren bir otoritedir. O suçun cezasının ne olacağına karar veren de… Neyin suç olduğu ve nasıl cezalandırılacağı konusundaki bütün kanaatleriniz size son derece tabii ve kendiliğinden görünüyor olabilir. Ama öyle değiller. Bambaşka fiilleri suç sayan ve onları sizin aklınıza bile gelmeyecek şekilde cezalandırabilen toplumlar oluşturulabilir ve o toplumlar da işleyebilir. Zaten öyle toplumlar var ve işliyorlar. Evrensel olan, suçların ve cezaların kataloğu değil. Evrensel olan şey, her insan topluluğunun suçları ve cezaları olması.
Başta sizi, bu yazıyı okurken Özgecan vakasını aklınızdan çıkarın diye uyarmıştım. Belki zaten öyle yapacaktınız ama uyarınca yapamamışsınızdır muhtemelen. Zaten o vaka hakkındaki tutumunuz da, bu yazıda söz ettiğim şeylerle bağlantılı. Evet, Özgecan’ın başına gelenlerin suç telakki edilmeyeceği bir toplum mümkün. Öyle bir toplum da işleyebilir. Benim şimdi “iyi ki öyle bir toplumda yaşamıyoruz” diye hissetmemin bir manası yok. Çünkü öyle bir toplumda yetişmiş olsaydım nasıl bir suç ve ceza algısına sahip olacaktı olduğumu bilmiyorum.
Bir şeyi daha bilmiyorum: Bu işi işleyenlerin, işi işlemeden önce nasıl bir ruh halinde olduklarını, sonra ne hissettiklerini, şimdi ne hissediyor olduklarını da bilmiyorum. Onlarla empati yapmak filan derdinde değilim. Ama biliyorum ki, bambaşka bir sosyal örüntü içinde, o insanlar benden daha sağlıklı addedileceklerdi.
O halde?
O halde… Şimdi, bu insanların yaptıkları şeyi asla meşru göremeyecek bir sosyal dokunun içinde yaşıyoruz. Cezalarını çekmeliler. Ama bu ceza kesinlikle ölüm cezası olmamalı. Devlet, bu insanlara hak ettikleri cezayı bir an önce vermeli ve aynı insanlar hapishaneye girdiklerinde hayatlarını da korumalı. Benim asla kabul edemeyeceğim, içime asla sindiremeyeceğim bir suç işlediler. Ama bu, onların cezalarını insanca çekmelerine mani olmamalı.
Onların nasıl cezalandırılmaları gerektiği konusundaki talebim, onların işledikleri fiil hakkındaki kanaatimin bir türevi değil. Benim nasıl bir insan olduğumun ve nasıl bir toplumda yaşamak istediğimin bir türevi. Ben, şiddete şahit olduğunda kendisini kaybeden, aklını, sağduyusunu kaybeden bir toplumun içinde yaşamak istemiyorum. Şiddete şahit olduğumda aklımı kaybeden bir insan olmak da istemiyorum.
Hepsinden mühimi, sevmediği her şeyi, norm dışı gördüğü her şeyi imkânsızlaştırmaya heves eden, sızdırmaz bir toplum hayal eden insanların toplumunda yaşamak istemiyorum. Nihayet bir vahaya ulaşmış olduğunu düşünen veya bir vahaya ulaşıp orada ilelebet konaklamaya heves eden insanların toplumunda yaşamak istemiyorum.
Durmaksızın değişen bir toplumda yaşıyoruz. Ama bu iş değil. Çünkü değişim zaten engellenebilir değil. Mesele, değişmeye hevesli olmak, değişmeyi sağlıklı bir şey olarak görmek…