Sömürü, Verimlilik ve Şehir

Badiou devletler, işçi sınıfı ve benzeri kavramlar üzerinden militan (!) tespitler yapmış (http://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2017/07/04/badiou-gecmis-deneyimlerin-muhasebesini-yapmaliyiz/).

Bence başlığa çıkarılan tespiti bile problemli. Geçmiş deneyimlerin muhasebesinden edineceğimiz hiçbir şeyin yolumuzu aydınlatmaya manalı bir katkısı olamaz. Çünkü artık bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Tekrarlıyor gibi görünen şeylerin arasında, geçmişteki haline en çok benzerlik gösteren şey —bana öyle görünüyor ki— göç. Ki o bile Badiou’nun anlattığı misallerdekinden çok farklı.

Üzerinde konuşulacak çok şey var da… Hepsine yetişmenin imkânı yok. Bir yerinden başlayayım.

Bir silindirin içine hapsedilmiş kusursuz gazın hacmi ile basıncının çarpımı sabittir. Bu bilgi kıymetli bir bilgi ama bize, silindirin içindeki moleküllerin pozisyonu, hızı ve saire özellikleri hakkında hiçbir şey söylemez. 19. Yüzyılın başlarında küçük ve önemsiz bir kasaba olan Manchester’ın nüfusu, yirmi yıl gibi kısa süre içinde olağanüstü bir artış sergiledi. Biz, bu süreç tamamlandıktan sonra, Manchester’daki atölyelerde işçi olarak çalışmak üzere gelenlerin şehrin nüfusunu patlattığını söylüyoruz. Ve o süreç içinde Manchester’da ortaya çıkan orijinal —tarihteki hiçbir göç dalgasından edinilmiş tecrübelerle sarılamayacak— sosyal yaralardan devasa bir teori imal ettik.

Basitleştirirsek şöyle bir şeyden söz ediyoruz gibi görünüyor: Manchester’da birileri atölyeler kurdular. İşçi lazımdı. Açığı kapatmak için Britanya’nın dört bir yanından insanlar Manchester’a akın etti. Basınç çarpı hacim, sabit. Bitti.

Basınç çarpı hacim sabit de… Yukarıda özetlediğim gibi olmadı. Manchester’a göçen —ve neticede işçileşen— her bir bireyin hikâyesini ayrı ayrı değerlendirebilsek, bambaşka bir manzarayla karşılaşabiliriz. Badiou’nun Fransa’da ilgili döneme ait söyledikleri de ve her birimizin Türkiye’nin yakın tarihindeki gözlemleri de gösteriyor ki, insanlar “orada iş var” diye göçmüyorlar. Aksine, göçülen yerlerde hemen her vakit, işten çok göçmen var. Göçmen artışı iş artışını hep solluyor ilaveten. Bildiğim kadarıyla bunun biricik istisnası, Batı Avrupa’nın Güney’den ve Doğu’dan aldığı kontratlı işçi göçü. Yani mesela Türkiye’den iş garantisiyle Almanya’ya gidenler gibi… O bile hayal edildiği kadar kontrollü olmadı.

Birileri Manchester’da bir takım atölyeler kurdular. Manchesterlılar bu atölyelerde işçileştiler. Bu süreçte bir yığın değişim paralel olarak gerçekleşti. Bir defa zenginlik arttı. Muhtemelen insanlık tarihinde o döneme kadar benzeri hiç görülmemiş, dolayısıyla geçmiş tecrübelerin muhasebesinden hiçbir fayda sağlanamayacak bir artıştan söz ediyoruz.

Ama Manchester’ın çiçeklenmesi göçü tek başına açıklayan bir şey değil. Taşra kovanlarında da arılar arttı. Neden? Bilmiyorum ama tahminlerde bulunmak o kadar da müşkül değil. Uzun süren bir savaşsızlık dönemi yaşandı. Deprem ve benzeri afetler de uzun bir ara verdi. Nüfus, daha önce büyük ölçekli kıyımlara yol açan salgın hastalıklara bağışıklık kazanmıştı, salgınlar eskisi kadar müessir olamadı. Ve saire…

Eğer taşrada nüfus öyle hızla artmasaydı, sanayileşme sürecinde işçilerin yaşadığı akıl almaz mahrumiyet de hesaba katılırsa, muhtemelen insanlar şehirlere bu kadar hevesle yığılmayacaktı. Yığıldılar. Yığıldıkları için işgücü maliyetleri olağanüstü düştü. Artık değer çok yükseldi. O yüzden başka atölyeler açıldı. Açılmaları birilerinin iştahını kabarttığı için.

Net toplamda, evet, basınç ve hacim çarpımı sabit. Ama biri ötekinin yüzünden değil. Her ikisi de bir diğerinin yüzünden. Manchester’da atölyeler açıldı ve çaresiz insanlar Manchester’a göçtüler. Göçenler yeni atölyelerin açılmasını iktisadi kıldılar.

Ve…

En çok da Manchester’da yeni atölyelerin açılması iktisadi oldu. Britanya’nın başka yerlerinde değil, Manchester’da…

İnsan türü, yeryüzünde zuhur ettiği andan beri göçüp duruyor. Ama göç ilk defa 19. Yüzyılın başlarında Manchester’da böyle bir mana kazandı. Siyasi bir merkez olmayan —dolayısıyla geniş topraklardan transfer edilen artık değerle imar edilmeyen— bir yerleşim yerinin, göç aldıkça çekimi arttı.

Neden?

Çünkü çok daha yüksek oranlarda sömürülüyor olduğu halde, emeğin karşılığı arttı. Çünkü emeğin verimliliği olağanüstü arttı. Dengini toplayıp İstanbul’a göçen bir Sivaslı, eğer şansı yardım eder de bir fabrikada iş bulursa, Sivas’ta olduğundan çok daha yüksek oranda sömürüye maruz kalıyor. Ama sömürülmediği Sivas’ta kazandığından daha çok kazanıyor.

Tamam mı? Verimlilik değişkenini hesaba katmadan, sadece sömürü üzerinden ne iktisadı ve ne de hatta sosyolojiyi anlayabilirsiniz. Sömürüye verimliliği eklediğimizde denklemi tamamladık mı? Elbette hayır. Bence sömürü ve verimlilik son derece mühim değişkenler ama uzun süredir üzerinde tepinip durduğum bambaşka bir değişken daha var —daha önemsiz görünen birçok başkasının yanı sıra…

Manchester’dan önce de şehirler vardı. İstanbul mesela, Manchester küçücük bir kasaba iken de devasa bir şehirdi. Devasa da çekim gücü vardı. O kadar ki, siyasi otorite, İstanbul’a başı bağlı olmayanın —serbest olanın, İstanbul’da işi olmayanın— yerleşmesine mani olmak için düzenlemeler yapmak zorundaydı.

Ama…

İstanbul’un bütün cazibesi, siyasi seçkinlerin yerleştiği yer olmasından kaynaklanıyordu. Yaptıkları tasarımı hayata geçirebilecek kadar kudretli olanların… İstanbul gibi olanlar dışında da, o günlerin ölçülerinde devasa sayılabilecek ölçekte şehirler vardı. İzmir gibi liman şehirleri… Ama onlar, yüzlerce yıl içinde, ticaret kapasitesine bağımlı olarak optimum büyüklüklerini bulmuşlar, ticaretin gelişip daralmasına bağlı olarak da büyüyüp küçülmeyi becermişlerdi. Yüzlerce yılda oluşan bir tür kast sistemi de vardı her birinin.

İlk defa Manchester’da, olağanüstü bir verimlilik sıçraması, herhangi bir siyasi otoriteye veya ticari kasta bağlı olmadan zuhur etti. Ve bugünden bakıldığında son derece zavallı görünen ama uzun insanlık tarihinde o güne kadar benzeri görülmemiş o verimlilik sıçraması, siyasi bir otoriteden ve kastlardan bağımsız bir şehrin zuhur etmesine yol açınca…

Denklemimize üçüncü bir değişken girdi. Başlangıçta utangaç ve usul usul. Ama zamanla hızla kendisini hissettirmeye başlayarak. Bu değişkene, şehirlileşme diyelim.

Daha 19. Yüzyılın ortalarında, şehrin kendisi, umdurduğu iş imkânları ve sağladığı hayat standardından bağımsız olarak, bir çekim oluşturmaya başladı. Ancak şehirde olabilecek bir yığın şey, şehrin dört bir yanında zuhur etmeye başladı. Kalkıp geldiği köyünde ancak dini mekânlarda bir araya gelen ve dolayısıyla da köyün/kasabanın normlarının dışında sosyalleşme imkânı hiç olmayan insanlar, sanayileşmenin ürettiği sivil şehirlerde, kimsenin denetiminde olmadan yaşayabilmeye başladılar. Olağanüstü çeşitli sosyalleşme imkânları ortaya çıktı. Onların her biri de, fabrikalar dışında yepyeni istidam imkânları üretti. Yani hizmet sektörü dediğimiz sektör, çarklarının dönebilmesi için sanayileşmenin sağladığı verim artışına ihtiyaç duyan sektör, neredeyse  şehirler büyümeye başlar başlamaz zuhur etti ve çok geçmeden de sanayiden daha hızla büyümeye başladı.

Sanayiyi ve sağladığı işçileşme ümidini göçün ve devasa şehirlerin zuhur etmesinin temel dinamiği olarak görenlere, kamu marifetiyle kurulan pek çok sınaî tesisin çevresindeki sentetik sosyolojiyi misal verebilirim. Seydişehir’inden Karabük’üne kadar… Buralarda yaşamaya mecbur olanlar ya hep kasabalı kaldılar veya şehir ihtiyacını yakın şehirlerde karşıladılar. Hovardalık yapacaklarsa da şehirlere gittiler/gidiyorlar, çocuklarını okutacaklarsa da şehirlerdeki okulları tercih ettiler/ediyorlar. Sanayi kendi başına, bir başına ne göçe yol açabilir ve ne de şehirleşmeye…  Sanayinin yaptığı şey, cini şişeden çıkarmaktı. Cin şişeden çıktı ve kendi bildiğini yaptı. Tasarım ürünü olan, koreografi ürünü olan bir sanayileşme, ancak Karabük’e yol açabilir. Büyük ölçekli bir kasabaya yani…

***

Bu kadar tarih yeter. Biraz da önümüze bakalım.

Dedim ama…

Şehirler, gazete gibi şeylerin de, temiz su sağlayanlar gibi devasa altyapıların da, daha önce akla gelmeyecek ölçekte sağlık sistemlerinin de ve eğitimin olağanüstü ölçüde demokratikleşmesinin de… Ve nihayet siyasetin demokratikleşmesinin de temel itici gücü oldu. Bunların bir bölümü, evet, sanayinin sağladığı verim artışının muazzam ölçeklerde sömürülmesi sayesinde oldu ama bence unutmamak gerekiyor, kısa sanayileşme sürecinde sanayinin verimliliği hep olağanüstü bir hızla arttı. Dolayısıyla bir nesil sonrasının işçileri bir nesil öncekilere kıyasla daha yüksek oranda sömürüldüler ama onların hayal edemeyeceği hayat standartlarına da sahip oldular.

Mesele şu ki, bu hikâyenin sonuna geldik. Artık çarkların dönmesi için emeğe, dolayısıyla sömürüye ihtiyaç yok. Ve elimizde devasa şehirler, devasa sağlık ve eğitim sistemleri ve emeğin sürdürülebilir bir biçimde sömürülmesi konusunda uzmanlaşmış —başka da bir şey bilmeyen— bir siyaset sistemi var. Olmayan ne var? İşçi sınıfı.

Göç, çok uzun süredir, “gideceğim bir fabrikada iş bulacağım” gibi motiflere sahip değil. Asıl motif, gitmek ve kasabanın denetleyici, belirleyici, boğucu sosyal ortamından kaçıp nefes almak ve çocuklarını saygıdeğer okullarda okutmak. Cem Karaca Mor Perşembe’de, şehirde çaresizlik içinde savrulan delikanlıya hitaben “elindeki taşra damgalı o lise diploması / bir köfte ekmek parası bile etmez bu şehirde” diye sesleniyordu. Badiou’nun kavram haritasının içinden… Cem Karaca’nın acılarını gördüğü, ümitlerini ve sevinçlerini görmediği o delikanlı, köfte ekmek parası bile etmeyen diplomasının üzerine bir üniversite diploması koymak, âşık olmak, film yapmak, etrafı tarafından taciz edilmeden gazete/roman okuyabilmek ve sair motivasyonlarla gelmişti şehre… Çektiği acıları peşinat olarak ödemeye çoktan razıydı.

Daha 1950’lerde, dünyanın taşrası Türkiye’de böyleydi bu. Ve Badiou da, Fransa’ya göçün karakteri hakkında az çok benzer imalarda bulunuyor. Ama mesele çözüme gelince hemen iş, sanayi filan gibi kavramlara rücu ediyor.

Manchester Londra’nın çok gerisinden başlayıp onu yakalamış, birçok bakımdan —mesela pop müzik konusunda— onun önüne geçmişti. Siyasi merkez olmasının —dolayısıyla koskoca imparatorluğun dünyanın dört bir yanından devşirdiği zenginlikten aslan payını almasının— Londra’ya sağladığı avantajlara rağmen… Sonra, 20. Yüzyılın ortalarında Manchester’da hızlı bir çöküş başladı. Londra ise olağanüstü bir vitese geçti.

Manchester, uzaktan göründüğü kadarıyla, kurtardı. Grafiği yeniden yukarıya döndü. Bir Londra olmayacak elbette ama sanayi sonrasına bir biçimde uyum sağladı. Ama bugün Londra, Birleşik Krallıkta, belki de tarihinde hiç olmadığı oransal büyüklüğe ulaştı ve hâlâ da dehşetli bir  hızla büyüyor. Türkiye’de İstanbul misali…

Neden?

Bir yığın sebebi var. Ama bence birincisi, hâlâ sanayi terimleriyle düşünülüyor olması. Eskişehir Büyükşehir Belediyesinin Stratejik Planını yaparken Eskişehirli paydaşların hemen hepsi “şehre ne istiyorsunuz” diye sorduğumda, an sektirmeden “sanayi” cevabını verdiler. Her biri, on dakikalık bir tefekkür sonunda, taleplerinin makul olmadığını kabul etti ama reflekslerin mühim olduğunu düşünüyorum —herkesin tefekkür şansı yok ama herkesin refleksleri var. Bozüyük Sanayi ve Ticaret Odası üyeleriyle yaptığımız bir muhabbet de benzer şekilde gelişti.

Eskişehir’e, mesela 400 işçinin çalışacağı yeni bir fabrika, en az birkaç bin kişinin göçü demek. Yani işsiz sayısının artması… Üstelik o fabrikayı dışarıdan bir sermaye grubu kuracak, merkezi muhtemelen İstanbul’da olacak. Beyaz yakalı, yüksek gelirli, şehirli çalışanlarının çoğu İstanbul’da ikamet edecek… Kiri, isi Eskişehir’de olan sanayi tesisinin kârı Eskişehir dışına akacak. Ama Eskişehirlilere —hatta sanayiyi Eskişehir kadar bile becerememiş İzmirlilere— sorsanız, şehrin fabrikaya ihtiyacı var. Bozüyük daha dramatik, çünkü Bozüyük’teki fabrikanın mühendisleri bile Eskişehir’de oturuyor. Sigarasından otomobiline kadar her şeyini Eskişehir’den satın alıyor. Filan.

Bu gevezelikleri şundan yapıyorum: Şehirlileşme dinamikleri değişti ve pek az şehir buna uyum sağlayabildi. Göç —hatta belki hızlanarak— sürüyor ama göçenlerin motivasyonları, bir zamanlar göçenlerinkinden çok farklı. Üstelik bir zamanlar göçenler bile, öyle uzaktan bakıldığında —basınç ve hacim terimleri ile bakıldığında— zannedildiği kadar saf ve katıksız bir “fabrikada iş bulsam” değildi.

Aha bu kafalarla geçmiş tecrübelerin muhasebesi yapılıp bir yol haritası çıkarılacaksa…

Bence kalsın.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin