Sosyal Bir Medya
Vatan Şaşmaz öldürülmüş. Adını –muhtemelen inanmayacaksınız ama– öldürüldüğü için duydum. Bodrum plajlarından birinde karşılaşsak, herhalde kendisiyle selfie çektirmeye çalışanlar olacaktı ve ben mana veremeyecektim, o derece. Mevcudiyetinden o kadar habersiz olduğum adam öldürüldü ve sosyal medyada kıyamet koptu –büyük ödül herhalde “çürümüş medyanın ünlü sunucu hali: biri yeğeniyle ensest ilişki kurbanı, diğeri otel odasında sevgilisiyle mevta” diyen Mine Kırıkkakanat’a gitmiştir.
CHP Çanakkale’de bir şeyler yapmaya çalıştı. Daha tasarım safhasında “bu filmi seyretmeye değmez” diye karar verdiydim. “Şehitlikte sarhoş oldular” kıyametinin malum şeyin bir cüzü olduğunu bile uzatmalarda fark ettim.
Yani? Sosyal medyanın son haftadaki iki gürültülü mevzuu hakkında hemen hiç malumatım yok. O kapılardan geçerek sosyal medya eleştirileri de yapamam, “ne olacak memleketin hali” mevzularına da dalamam.
Ama haftanın üçüncü gürültülü mevzuu hakkında bir hayli malumatım da, fikrim de var.
Oğuzhan Özyakup milli takıma çağrılmadı. Benim gördüğüm kadarıyla bir tek kişi bile “vay nasıl olur da Oğuzhan milli takıma çağrılmaz” demedi. Ama bir yığın kişi “Yahu Selçuk’un, Ozan’ın çağrıldığı milli takıma nasıl olur da Oğuzhan çağrılmaz” dedi.
***
Önce işin futbol ile alakalı kısmını bir kaç paragrafta özetleyip, sosyal medya ve toplumsal ruh hali hakkında söyleyeceklerime sonra geçeyim.
Türkiye’de futbolu takip eden herkes bilir ki, Beşiktaş’ın milli takım kadrosundaki hissesi, Türk futbolundaki hissesi kadardır. Beşiktaş’ın en kötü dönemlerinde, kadrosunda elle tutulacak bir tek futbolcu bile yoksa bile ille bir Beşiktaşlı çağrılır milli takıma. Ama ezeli rakiplerini gidiş geliş dövdüğü dönemlerde de en çok üç, bilemedin dört futbolculuk bir kotası vardır aday kadroda –onların da en çok ikisi forma giyer. Fenerbahçeli ve Galatasaraylılardan arttığı kadar pozisyon ancak kullanılabilir.
Milli takım Fatih Terim’in künyesine geçirilmişse hele, milli takıma çağrılmazsa gürültü kopacak birkaç futbolcu tahtaya yazılır, kalan bütün pozisyonlar Galatasaraylı futbolcularla doldurulur. Böylelikle –Galatasaraylıların kendi takımlarında bile görmek istemedikleri– Hakan Balta 50, Sabri Sarıoğlu 40 küsur defa milli olmuştur yani. Bir hayli uluslararası maç tecrübesi… Bu kadar uluslararası maçı siz oynasanız, herhalde sağlam bir bonservis bedeliniz olurdu.
Bu mevzular pek dile getirilmiyor. Getirilemiyor. Dile getirilmeyen/getirilemeyen pek çok mevzudan biri de bu. Ama herhalde, Terim’in yerini Lucescu’nun almasıyla, daha rasyonel, daha adil, daha manalı bir kadro bekleniyordu ki, ümit ediliyordu ki, kadro açıklanınca derin bir hayal kırıklığı meydana geldi. Oğuzhan’ın çağrılmayışı, o hayal kırıklığının timsali oldu. Sazı eline alan, Galatasaray’daki varlığı tartışılan, sezon başından beri malum Östersunds maçları dışında forma bulamayan Selçuk ile, Fenerbahçe’den kovulması gerekenler listesine açık ara ilk sıradan giren Ozan’ın yine, yeniden, Lucescu tarafından da çağrılmasına duyduğu hayal kırıklığını Oğuzhan üzerinden dile getirdi. Bir nevi, “Oğuzhan’ı çağırmayabiliyorsanız bunları niye çağırıyorsunuz ki” diyerek.
Eh, bir Beşiktaşlı olarak ben şerbetliyim. Kadro açıklanana kadar “dur bakalım” dedim ama pek de ümidim yoktu Lucescu ile birlikte bir şeylerin değişeceğine. Açıklandığında da “kadroyu her kim yapıyorduysa, yine ipler onların elinde demek ki” dedim ve zaten çoktandır Galatasaraylı futbolculara uluslararası tecrübe kazandırma ve pazar bulma hizmeti vermekten başka bir fonksiyonu olmayan milli takımı, kendi kavram haritamda ait olduğu yere gönderdim. Galatasaray zor durumda, milli takımın onu palazlandırmak için kullanılması çok da kötü bir şey değil, ilaveten.
***
Demek ki meselemiz milli takım veya Oğuzhan’ın kadroya çağrılmayışı değil. Ama mesela kıyamet kopunca Oğuzhan’ı çağırıvermek, sonra da “ancak aptallar fikir değiştirmez” filan gibi açıklamalar yapmak… Futbol düzenimizin memleketin diğer düzenlerine ne kadar iyi eklemlendiğini, bütün düzenlerimizin birbirilerine ne kadar yakıştıklarını gösteriyor. Terim’in gidip Lucescu’nun gelmesiyle değişmiyor hiçbir şey. Siz gelseniz de değişmeyecek. “Bayrak, vatan, şehitler, Malazgirt” filan şarlatanlıklarının ardında, hepimizle alay eder gibi Selçuk’lar, Ozan’lar, Oğuzhan’lar kadroya çağrılacak, kim bilir kimlerin hangi menfaatleri muhafaza edilecek. Sonra da hepimizin aklıyla alay eder gibi, “ancak aptallar fikir değiştirmez” gibi doğruluğu su götürmez bir laf, rücu ederken bile üzerimize zehirli gaz gibi savrulacak.
Memleketin hali bu.
***
Gelelim sosyal medyaya…
Oğuzhan kadroya davet edilmediğinde, sosyal medyada, mesela “oo, Oğuzhan otuz milyon, yok yok, üç yüz milyon” geyikleri yapanlar oldu. Çoğu Galatasaraylı veya Fenerbahçeli olan bu sosyal medya kullanıcıları, “Oğuzhan kadroya davet edilmeli miydi” diye sorulsa, belki de “elbette edilmeliydi” diyeceklerdi. En azından bir bölümü öyle diyecekti. “Selçuk ve Ozan’ın olduğu kadro içinize siniyor mu” dense, çoğu “nasıl sinsin” diyecekti.
Yani?
Yani Oğuzhan’ın çağrılmamasını eğlence mevzuu yaparken “bu makul bir kadro, elbette Selçuk ve Ozan olmalı, Oğuzhan olmamalı” filan diye düşünüyor değillerdi. Dertleri, Beşiktaşlılarla eğlenmekti, fırsatı kaçırmadılar.
Yani?
Yani sosyal medyaya sosyal bir iletişim ortamı olarak bakmak lazım geliyor, medya olarak değil. Eğer medyaysa bile, önce sosyal, sonra medya. (Bunu derken, medya kelimesine –etimolojisinden bağımsız olarak– sizin yüklediğiniz manayı yüklüyor olduğumu belirtmem herhalde gerekmiyordur.) Nasıl ki günlük hayatınızda, çalıştığınız iş yerinde, öğle tatilinde bir kafede, akşam kahvede, arkadaşlarınızla sohbet ederken bir yandan bilgi alıp veriyorsanız, bir yandan fikirlerinizin sürümünü gerçekleştiriyorsanız, bir yandan flört ediyor, ittifaklar inşa ediyorsanız, bir yandan da eğleniyorsanız, sosyal medyada da tam bunlar oluyor.
Yani?
Yani Beşiktaş’ın iki sezon üst üste şampiyon olmasıyla ezberleri bozulmuş bir Galatasaraylı Oğuzhan’ın milli kadroya davet edilmemesi üzerinden twitterda bir şeyler yazdığında, o metni alıp memleketin futbola ve milli takıma bakışının delili olarak kullanamazsınız. Adam o mesajdan sizin çıkardığınız şeyi düşünüyor filan değil, eğleniyor. Fazla ciddi olmaya da lüzum yok hani. Hele ki memleketimin futbolu, siyaseti filan bahse konu ise…
***
“E o halde sosyal medyaya bakarak memleket hakkında, ruh durumumuz hakkında söylenecek her laf beyhude” diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Ortada milyonlarca kişinin her gün imal ettiği on milyonlarca, yüz milyonlarca sembol var. Bu ölçekte veri, paha biçilmez bilgilerin üretilmesini sağlar. Sizin üzerinde haberleştiğiniz, birbirinizi kızdırdığınız, kendinizi ifade ettiğiniz, eğlendiğiniz o platformları kurmuş ve işletiyor olanlar, zaten, o bilgileri üretebilmek için bunca zahmeti ve maliyeti göze alıyorlar.
Ama arada bir fark var: Onlar öyle yüzeysel bir bakışla, zaten mevcut olan “biz adam olmayız” kanaatini pekiştirecek misalleri buldular mıydı huzura ererek yapmıyorlar bu işi. Akademik hayatına bir bilgi sistemcisi olarak atılmış biri olarak emniyetle söyleyebilirim ki, verilerden bilgi üretmek fevkalade ciddi bir iştir, ciddiyet gerektirir. Sizin, benim aklımıza gelmeyecek bilgileri üretebilmek için, o sosyal medya platformlarını işletenlerin devasa ekipleri, olağanüstü karmaşık araçları kullanarak, hemen her gün yeni kavramsal araçlar, yeni teknikler geliştirerek, olağanüstü yoğun mesai harcıyorlar. Benim elimde ne o araçlar var ve ne de o veriler. Sizin elinizde de yok. İsterseniz, erişebildiğiniz son derece sınırlı verilerden yola çıkarak bildiğiniz denizlere kestirmeden ulaşma alışkanlığından imtina edebilirsiniz. Sizin için iyi olur yani.
Yine de siz bilirsiniz.
***
Elimde veriler yok. Verileri değerlendirmek için uygun araçlar da… Ama elimde olan bir şeyler var. Onları kullanarak, biraz yakından bakmaya çalışayım –ki hiçbir şey dememiş olmayayım.
Türkiye’de şu veya bu sosyal medya platformunu aktif olarak kullananların oranının, okuryazar nüfusun yüzde onunu pek geçmediğini zannediyorum. Yüzde on… Toplumu temsil kabiliyeti pek kayık bir yüzde on değilse, sadece yüzde olarak bakıldığında, çok yüksek bir oran. Ama bence çok kayık (biased).
Kaldı ki, kayık olmanın ötesinde, bahse konu olan yüzde onun önemli bir bölümü için sosyal medya, o olmadan haberleşilemeyecek kesimlerle haberleşme aracından fazla bir şey değil. Lise arkadaşları, uzaktaki hısımlar, kendi sevdiği şarkıcıyı sevenler, yemek yapmaya ilgi duyanlar gibi muhtelif kesimlerle haberleşmek için sosyal medya kullananlar, zannımca, o yüzde onun önemli bir bölümünü oluşturuyor. İzmir Kız Lisesinin 1990 mezunlarının WhatsApp grubunda kimsenin Vatan Şaşmaz cinayetini veya Malazgirt’i yazışmadığını iddia etmiyorum –aksine mutlaka bu mevzular hakkında fikir serdedenler vardır eğer öyle bir grup varsa. Ama o tür mesajları görmezden gelen hatırı sayılır bir kesim olduğunu, o kesimin de günden güne genişlediğini zannediyorum.
Kabaca şöyle bir hal: Her ortamda olduğu gibi, kendini ifade etmeye değer biri olarak görenler sosyal medyada da var. Bir kafede yüz yüze konuşuyor olunsa ciddiye alınmayabilecek bazı mesajlar, büyülü bir ortamda, yazılı olarak dolaşıma girince ciddiye alınabiliyordu. Bu da kendini ifade edilmeye değer biri olarak görenleri teşvik eden bir süreci besledi. Ama –elimde veri yok, sadece hissiyat olarak söyleyebilirim ki– sosyal medyada yeterince vakit geçirenler, zamanla, daha seçici davranmayı öğrendiler. Aksini sürdürmek zaten imkânsızdı.
Yani öğreniyoruz.
Ama şimdilik asıl meselemiz öğreniyor olduğumuz değil. Asıl meselemiz, sosyal medyada kendini ifade etmeye çalışanların oranı. Yani Oğuzhan’ın milli kadroya davet edilmemesinin hangi futbol gerçeklerine neden uyup neden uymadığı hakkında kıymetli bir fikri olduğunu düşünüp, bu fikri paylaşmayı zahmete değer bulanların, Vatan Şaşmaz’ın öldürülmesini topluma nefretini kusmak için uygun bir fırsat olarak görenlerin filan oranı… Öyle görünüyor ki, kabaca, okuryazar nüfusun yüzde ikisinden, üçünden söz ediyoruz.
Yine büyük bir oran.
İmdi…
Bahsettiğimiz yüz binlerce kişinin içinden rasgele birini seçelim. Galatasaraylı, Atatürkçü, CHP’ye oy veren ama CHP’den memnun olmayan, inançlı ama dini gerekleri yerine getirmeyen, İzmirli, pazarlamacı bir erkek mesela. İşbu şahıs, her gün yüzlerce mesaja hedef oluyor. Mensup olduğu grupta mesela kırmızı et yememenin faziletleri veya at yetiştiriciliğinin ekonomisi de konuşuluyor. Biri sevdiği bir türküyü paylaşıyor ve türkünün hikâyesi hakkında uzun bir tartışma çıkıyor. Filan.
Kahramanımız bu toplara girmiyor. Mevzu fenimizme gelirse hele… Ama butik oteller hakkında muazzam bir bilgisi var ve biri tatil lafı ettiğinde, balıklama atlıyor. Kimsenin aklına gelmeyecek teferruatı biliyor ve bu hususta konuşurken hiçbir fanatizmi yok. Yunan gâvurunun iyi otellerini de, sanki o otellerin kârında kendi hissesi varmış gibi anlatabiliyor.
Buna mukabil müzikle pek alakası yok. Bir biçimde mevzu Yıldız Tilbe’ye gelirse mesela, kolaylıkla müzikten çıkıp etnisite veya mezhep hassasiyetleri mevzua karışabiliyor. Neyse ki kahramanımızın bu tür hassasiyetleri varsa da çok da yakıcı değil.
Ama…
Biri İzmir’e bir laf ederse… Veya Galatasaray’a…
Anladınız siz onu. Uzatmayacağım.
Kahramanımız, toplumun kesitini hangi değişkene göre aldığınıza bağlı olarak, toplumu neresinden kestiğinize bağlı olarak, ya hiç yok, ya ortalara yakın, sağduyulu bir yerlerde veya marjda… Hepimiz öyleyiz. Hatta –inanmak istiyorum ki– Mine Kırıkkanat’ın bile insanmış gibi reaksiyonlar gösterebildiği mevzular var. Mine Kırıkkanat’ın bile…
***
İki hususa işaret edip bitireyim. Ama buraya kadar söylediklerimin ve bundan sonra söyleyeceklerimin, olağan sosyal medya kullanıcıları için geçerli olduğunu, birilerinin –aldığı ücret karşılığında veya bilabedel– hep birlikte havlamak üzere sosyal medyada dolanıp durduğunu biliyor olsam da onları hesaba katmadığımı belirtmem gerekiyor.
Birinci söyleyeceğim şey şu: İyi ki marjlar var. Yani mesela Galatasaraylılar var ya, iyi ki marjinal Galatasaraylılar var. O marjinal Galatasaraylılar olmasa… Galatasaraylılığın marjı başka yerden geçer, bu defa onlar Galatasaraylılığın marjını oluştururlardı zaten ama bir biçimde marjsız bir dünya mümkün olsaydı… Olmazdı. Kavram haritalarımız olmazdı.
İkincisi, anladığım kadarıyla sosyal medyada marjlar, gerçek hayattakinden daha belirgin. Sanki sadece marjlar var gibi… Sahiden öyle mi, bilemiyorum. Elimde kâfi veri yok. Kâfi veri olmadan da söyleyeceklerim var ama uzadı. Onları da başka bir vesileyle söylerim artık.