Tiksindirici Bir Spor
Ümit Kıvanç Gazete Duvar’daki yazısında demiş ki (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/09/18/korkuyor-ve-nefret-ediyorsunuz-isciden/):
“…Toplumumuzun muhtelif kesimleri, gerçekte mensup oldukları sınıfa bakılmaksızın söylenebilir ki, “orta sınıf” denen, insanlık değerlerinden çoğunlukla muaf evrensel tayfanın bilumum zehriyle zararıyla mâlûldür. Acımasızdır, insafsızdır, vicdansızdır. Kendi rahatı, konforu, şusu busu için, birilerinin üç kuruş uğruna ölüm tehlikesiyle yüz yüze çalışmasını doğal sayar. Kendi bokundaki sayısız boncuğa karşılık, “onlardan” çok vardır, ölseler de fark etmez. Kazara kendisinden alt kategoride, bir aşağı seviyede biriyle ilişki veya iletişim içerisine girecek olursa, üstte bulunduğunu, hattâ bundan daha fazla, ötekinin altta bulunduğunu hatırlatmak, vurgulamak, o münasebetin kurulmasını icap ettiren iş her ne ise bunu bile kenara bırakarak, sırf bu altta-üstte olma durumu içerisinde yaşamak, içerisinde yaşamak ne kelime, üzerinde tepinmek, bunu solumak, ciğerlerine doldurup doldurup boşaltmak, boşaltırken alttakinin yüzüne yüzüne üflemek, solumakla yetinmeyip yemek, içmek, yemek borusundan aşağı süzüm süzüm süzülmesini anbean hissetmek, midesini doldurmak, üstünlük hissinin oradan bağırsaklarına geçişinin keyfini çıkarmak ve sonra alttakinin üzerine etmek için karşı konulmaz bir arzu, şehvet, tutku duyar.”
Müthiş…
Beni 19 yaşıma götürdü bu ifadeler. Babamın çalıştığı fabrikanın işçilerinden altmış ikisi, bir kooperatif kurup ev sahibi olmuşlardı. Sitenin işlerini görsün diye bir görevli istihdam etmişlerdi. Hayatı, o garip görevliye zehir etmek için sıraya girdiler. Biri yorulup bırakınca diğeri nöbeti alıyor, adamcağızı herkesin önünde, sudan sebeplerle –hatta sebep yaratarak– aşağılıyorlardı. Birkaç hafta “üzerime vazife değil” diye görmezden, duymazdan gelmeye çalıştım. Ama bir gün artık dayanamadım, benden bilmem kaç yaş büyük olan komşu, görevliyi azarlarken sokağa fırladım. Artık ağzıma ne geldiyse…
Tuhaf, hiç beklemediğim bir şey oldu. Benim kendisine saydırdığım komşu bana değil, görevliye bakıyordu, ne tepki gösteriyor diye… Görevli de kendisini süzen komşuya değil, bana bakıyordu, yalvaran gözlerle… “Delikanlı işler senin bildiğin gibi değil, burada bir oyun oynuyoruz, bunlar aşağılanıyorlar, yaralarını beni aşağılayarak sarıyorlar, buradaki vazifem bu, aman uzatma, beni işimden etme” der gibi…
Ben o saat öğrendim, işçi sınıfı diye bir şeyin imkânsız olduğunu. O görevlinin menfaatinin kendisi gibi olanlarla ortak olmadığını, ev sahibi de olunca orta sınıflaşma işini ikmal etmiş olan işverenlerinin menfaati ile ortak olduğunu… Maddi şartların böyle olduğunu… Benim cahil bir salak olduğumu…
Böyle oldu. Öğrendim. İçime sindiremedim. Anlamaya, anlamlandırmaya bir ömür harcadım. Vara vara “yemlenme sıradüzeni” (pecking order) filan gibi “açıklamalara” vardım. Kuru, soğuk, kimseyi yerinden hoplatmayan, hiçbir yüreğe kor düşürmeyen, “mühendisçe” ifadelere… Dolayısıyla Kıvanç’ın ifadelerini okuyunca, “hah budur” diyorum. Sağ olsun…
***
Hiç kinayesiz, hiç komplekssiz, benim yapmayı beceremediğimi layıkıyla yaptığı için Kıvanç’a minnet duydum –sıklıkla duyduğum gibi. Ama meselem/iz çözülmüş değil. Bu tiksindirici halin değişmesini ümit ederek, kiminle/neyle dövüşeceğiz? Orta sınıflaşmayla mı, ahlaksızlıkla mı, bu ahlakı yeniden üreten aileyle mi, kasabalılıkla mı, Türklükle mi, yoksullukla mı, devletle mi? Neyle?
Hangi araçlarla dövüşeceğiz? “Eğitim şart” diye okulu yedeğimize alarak mı, “bu işler ancak ailede çözülür” deyip aileyi yanımıza alarak mı, zenginlik üretmeye çalışarak mı, devleti ele geçirerek mi? Nasıl? Yoksa… Mücadele filan etmekten vazgeçip, bütün bu musibetlerin kanser gibi metastaz yapıp durduğu ülkeyi terk etmenin yolunu mu arayacağız? Kendimizi, insanı aşağılayıp mızmızlanarak mı geçireceğiz ömrümüzün kalanını?
***
İsmail Kılıçarslan Yeni Şafak’taki köşesinde, Kıvanç’ın yukarıda alıntıladığım sözlerine sebep olan hadiseye başka bir açıdan bakmış (https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismailkilicarslan/magdurla-provokatoru-ayirmak-2047337). Hani şu “Erdoğan’ı hedefe yerleştirirken esasında hedefinizdeki biziz, yedirmeyiz” babında yazıp çizmiş olan Kılıçarslan. Erdoğan’ı benzersiz bir dünya lideri, Türkiye’yi de “beşten büyük dünya”nın altıncısı olarak pazarlamak için klavyesinin bütün imkânlarını seferber eden Kılıçarslan.
Önceki gün, Kabataş’tan Beşiktaş’a doğru yürüyorduk kızımla. Trafiği kesmişlerdi, mana verememiştim. Sonra yolun sağından, sıra sıra, lüks otomobiller çıkmaya başladı, trafiğin neden kesildiği anlaşıldı. “Nereden çıkıyor bunlar” diye mırıldandım kendi kendime… “Martı şantiyesinden” dedi kızım. Birden yüreğim ürperdi. Ulan yoksa, bizi kıskanan dış güçler, havalimanı şantiyesinden sonra anlı şanlı martının şantiyesinde de provokasyon yapıyorlardı?
Malum, Erdoğan adeta bir Pep Guardiola, Türkiye’si de adeta Barcelona… Dünya şampiyonu olacak ama düzeni ele geçirmiş olan güçler istemiyor haliyle. Mani üzerine mani çıkarıyorlar. Tam bir ay kala havalimanımızın açılmasına… Malum işler işte…
Eh, dünya şampiyonluğu iddiası ile engelleme arasında büyük bir orantısızlık var bir yandan da. Rakipler pek zayıf yani. Şantiyede provokasyon yapıp, açılışı biraz geciktirmekten gayrı bir kozları yok garip Almanya’nın, Amerika’nın. Yani –diyelim ki havalimanı şantiyesinde olan her şey provokasyon– daha ikinci ön eleme turunda, maçın beşinci dakikasında, sol bekimiz Engin Ardıç’ın formasından çekmiş rakip oyuncu, gibi bir hal bu. Ama Erdoğan’ın şeylerine bakarsanız, eğer Süleyman’ın hakemleri olaya müdahil olmazsa, tam da işte o forma çekme hadisesi yüzünden, şampiyonluğa veda edecekmişiz gibi görünüyor.
Tuhaf.
Veya esasında tuhaf filan değil. Erdoğan zavallısının “takımı”nın kalibresi işte bu kadar. Dünya liderinin “takımı”, rakipler bir çelme atınca, daha ilk turun ilk maçının beşinci dakikasında havlu atıyor. Hep öyleydi.
***
Kılıçarslan bize diyor ki –ve iyi ki diyor ki– “mağdur ile provokatörü ayıralım”. Ayıralım bence de… Neden ayırmadık ki şimdiye kadar? Mesela Kılıçarslan’ın hâlâ “içinden çıkaramadığı” anlaşılan Gezi’de neden yapmadık? Süleyman’ın şeyleri, Cumartesi Annelerinin olağanüstü bir şiddetle işgal ettiği alana kahramanca, muazzam riskleri göze alarak taarruz ettiğinde de ayırmasa mıydık, mağdur ile provokatörü? Havalimanı inşaatından dünya liderliği zırvalıkları imal edilirken?
Martı şantiyesinden otomobiller çıktı. Süleyman’ın şeyleri otomobillere selam durdular. Otomobillerde, lüks otomobillerde, sırf altta-üstte olma durumu içerisinde yaşaya yaşaya, yiyip içtiklerinin yemek borusundan aşağı süzüm süzüm süzülmesini anbean hissede hissede, üstünlük hissinin bağırsaklarına geçişinin keyfini çıkara çıkara, diğer her şeyinden vazgeçmiş, önce sadece bağırsak kalmış, sonra bağırsak olmaktan da çıkmış, bağırsaklarda imal edilen şeyden ibaret olacak şekilde saflaşmış bir şeyler vardı besbelli. Artık hiç katıksız, doğrudan “koltuklara bulaşmış üstünlük” olarak kendilerine selam duranlara, onlar da durdurdukları araçlarda bekleşenlere, herkes herkese üstünlüğünü hissettirmekle meşguldü.
Ve çok şükür martı şantiyesinde bir arıza yoktu. Yani muhtemelen işçiler için çok arıza vardı da, Erdoğan Türkiye’sinin uçuşa geçmesine mani olabilecek bir provokasyon yoktu. Sadece mağdurlar ve mağduriyet vardı yani. Ortada “ayırma” işlemini gerektirecek bir hal yoktu.
***
19 yaşındaydım ve hayatın en tiksindirici gerçeğini öğrendim.
Birileri, üstünlük duygularını bağırsaklarında “işleyip”, daha aşağıdakilerin üstüne sıçıyorlardı. Ailenin ve dinin, bu berbat spora karşı bir panzehir olabileceğini varsaydım uzun süre… Üzerlerine sıçılanlar muhtelifti ama aralarında sırf Müslüman oldukları için seçilmiş olanlar da çoktu. Onların tahkim edilmesiyle… Ne bileyim? Onca yıl üzerlerine edilmiş onca insan, Allah korkusuyla filan… “Kimse kimseye böyle şeyler yapmasın” gibi bir projede gönüllü olarak vazife alabilirlerdi herhalde.
Sonra Erdoğan zavallısı geldi. “Artık birbirimizin üzerine etmeyelim” diyebilirdi. Deseydi, işler bambaşka bir güzergâhta gelişebilirdi. Ama beyimizin bağırsakları doluydu. İlaveten ejder meyveli smoothie de yiyecekti daha. Daha da dolacaktı bağırsakları. (Arada daha neler neler yiyecekti, yedi, mevzuu özetlediğimiz için onları pas geçiyoruz.) “Artık yeter, birbirimizin üzerine sıçmayacağız” dese, şevkle bu projeye katılabilecek olanlara “şimdi, yıllarca üzerimize sıçmış olanların üzerlerine sıçacağız” dedi. Sonra Barlasgilleri, Engin Ardıç’ı, Cem Küçük’ü, Nagehan Alçı’yı –ve elbette unutmak olmaz, Kılıçarslan’ı– ve daha nicelerini, amigo olarak, bu yeni sporun icra edildiği stadın tribünlerine atadı.
Sonra… Önce işe yaramayan diğer organlar tedavülden kalktılar, sadece bağırsaklar kaldı. Sonra onlar bile ortadan kalktılar. Geriye ejder meyveli smoothie’ler “işlendikten sonra” ne hale dönüştüyse, o şeyler kaldı. Meclis koltuklarına, martı şantiyesini “denetleyen” otomobillerin koltuklarına, yargıç koltuklarına, gazete köşelerine, hep onlar sıvandı.
Ve Kılıçarslan soruyor, “utanırlar mı” diye? Sonra kendi cevaplıyor, “elbette utanmazlar”. Hani sanki kendisi, bütün meselesi memleketin içinde kimin, kimin üzerine sıçacağından ibaret olan bir sporu “van minut”lerle, “dünya beşten büyük”lerle, “dünya lideri” zırvaları ile memlekete pazarlayan amigolardan değilmiş de, şimdi havalimanı şantiyesinde olup biten sanki “başkalarının işiymiş” de… Veya sanki kendisi kendi sıçtıklarından utanmış da…
Gibi…
Ve meselemiz orada, durup duruyor. Fevkalade büyümüş olarak. Biz kiminle dövüşeceğiz? Hani araçlarla? Sahiden bilmiyorum, emin olun.