Topu Tutmak
Türkiye’nin —kendilerine sorarsanız kendilerini solcu olarak adlandıran— Aydınlanmacıları var.
Başlamadan önce açıkça belirteyim, solculukla da Aydınlanmacılıkla da bir alıp veremediğim yok. Aksine, her iki pozisyonu da saygıdeğer bulmak için birçok sebep olduğunu düşünüyorum. Memleketin —kendilerini solcu zanneden— Aydınlanmacılarının genel profilini eşelersek, zaten, kavramlardan bağımsız olarak da saygı gösterilmeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Bahse konu olan kesimin neredeyse tamamı okumuş çocuklar. Öyle böyle değil, iyi okullarda okumuşlar. Genellikle nezih ve fedakâr ailelerde büyümüşler. Vatanseverler. Türkiye’nin dünya liginde bulunduğu yerden memnun değiller ve memleketin daha iyi bir yere tırmanması için bildikleri her şeyi yapıyorlar. Hırsız değiller, bulundukları pozisyonları şahsi kazançlarına alet etmediler ve etmiyorlar. Eh, kıt kanaat geçinmek zorunda kalmış olmasalar da, mesela oturdukları apartmanın kapıcısının —gecekondusuna imar gelmesi sayesinde— sahip oluverdiği serveti hayal bile etmiş değiller. Kapıcının veda ziyareti sırasında durumu fark ettiklerinde içerlemiş de olsalar, hırsızlık yapıp durumu eşitlemeye kalkmadılar. Ve saire…
İşbu zevat, az yukarıda da ima ettiğim gibi, memleketin daha iyi bir halde olması için, mesela mesai sonrasında panellere, toplantılara katılıyor. Seçim öncelerinde kendilerinin apaçık bildiği ve fakat ne yazık ki memleketin okumamışlarının bir türlü öğrenemediği hakikati anlatabilmek için kapı kapı dolaşıyor. Derneklerde, sivil toplum kuruluşlarında vaktini, gelirini hiç kıskanmadan harcıyor.
Evet, herkese doğruyu anlatmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlar da… Mesele şu ki, dünya onların bildikleri gibi değil. Dünyanın gerçekliği ile memleketin Aydınlanmacılarının varsaydıkları dünya arasındaki farkı, türlü biçimlerde ifade etmeye çalıştım yıllardır. Şimdi, okumakta olduğum bir kitapta verilen bir misalden aldığım ilhamla, sanki bütün dediklerimi bir tek metinde özetleyebilirmişim gibi geldi.
(Devam etmeden, benden kitap tavsiyesi almaktan memnun olanlar var aranızda, biliyorum. Sözünü ettiğim kitap, Sloman ve Fernbach’ın The Knowledge Illusion adlı kitabı. Siz de benim aldığım lezzeti alır mısınız bilemem ama son dönemde okuduğum en lezzetli kitapların arasında olduğunu emniyetle söyleyebilirim.)
Şimdi mevzumuza dönelim.
Diyelim piknikte arkadaşınız size bir top attı. Tutmanız gerekiyor. Topun ilk hızını ve atış açısını biliyor olsanız, nereye ve ne zaman düşeceğini kolaylıkla hesaplayabilirsiniz —elbette herkes hesaplayabilmek mecburiyetinde değil ama herkesin bu hesabı kolaylıkla yapabilecek, erişebileceği birileri vardır, çünkü bu kolaylıkla hesaplanabilir. Yani hava direnci filan gibi biçimsiz teferruat dışında, Platonik bir âlemde yaşıyoruz varsayımıyla… Ama o kadar kusur kadı kızında da olur, kafaya takmayalım. Asıl mesele şu ki, ne ilk hızı ve ne de atış açısını bilmiyorsunuz. Ama ümitsizliğe lüzum yok, topun çizdiği yörüngeden üç farklı nokta seçip, izleyeceği parabol hakkında bir kestirimde bulunmak ve… Topun nereye, ne zaman düşeceğini hesaplayıp oraya seğirtivermek hâlâ mümkün.
Sloman ve Fernbach bu misali, Yapay Akıl konusunda seksenlerde meydana gelen —benim de çok önemsediğim ve muhtelif sebeplerle dile getirdiğim— yaklaşım değişimini örneklemek için veriyorlar. Seksenlerden önceki yaklaşım, tam da böyle bir şeydi. Aksiyona geçmeden önce şöyle etraflıca analizler yapacak, yüklenmiş bilgileri değerlendirip, bilgi eksikliğini enterpolasyon veya ekstrapolasyon benzeri metotlarla giderip… Eksiksiz fazlasız, tam da gereken aksiyonu hesaplayıp…
Anladınız işte…
Gerçek hayatta öyle olmuyor. Size topu attığımda, topun düşeceğini kabaca tahmin ettiğiniz istikamete doğru hareketleniyorsunuz —hiç düşünmeden. Bu arada topu gözlerinizle takip ediyorsunuz ve gözlerinizin yer düzlemi ile yaptığı açı hep büyüyecek şekilde pozisyonunuzu durmaksızın güncelliyorsunuz. Sonunda topu tutuyorsunuz.
Gelelim memleketin Aydınlanmacılarına…
Onlar da tutmaları gereken topları tutmak için tastamam böyle davranıyorlar. Ama mesele memlekete dair mühim şeyler olduğunda, oturup, kafa kafaya verip, topun düşeceği yeri şaşmaz bir doğrulukla hesaplayıp…
Anladınız işte.
O arada top düşüyor. Veya başka biri topu yakalıyor. “İyi ama top düştü” veya “iyi ama topu başkası kaptı” dediğinizde, “bu memlekette iş yok azizim” diyorlar. Çünkü sahiden inanıyorlar ki, top ancak nereye düşeceği inceden inceye hesaplanıp, dosdoğru aksiyona karar verilip, sonra da o dosdoğru aksiyon —elbette aklı olan herkesin üzerinde mutabık kalacağı ve diğerlerine de öğretilebilecek olan aksiyon— hayata geçirilmeli. Mademki topun nereye düşeceği hesaplanabilir, mademki onu hesaplamanın yolunu öğrenmişiz, başka hiçbir yaklaşım doğru, güvenilir, saygıdeğer değildir. Eğer memlekette toplar böyle, düşeceği yer hesaplanmadan tutuluyorsa, o memleket de saygıdeğer değildir. Eğer dünya böyleyse, oradan zıpçıktının biri çıkıp Google diye bir şey icat edip abad oluyorsa, öte yandan Trump veya Erdoğan —topun düşeceği yeri hesaplamayı bırakın, üçer basamaklı iki sayıyı toplamayı bile beceremeyecek, “parabol” deseniz “o ne ki, kaça satılır” diyecek adamlar yani— topları tutabiliyorsa, dünyada da iş yok demektir, batacak bu dünya.
***
Birkaç anahtar terim üzerinden tekrar geçeyim.
1.
Yukarıda, top size atıldığında “hiç düşünmeden” seğirteceğinizi, aksiyona geçeceğinizi söyledim ya… Aslında düşünüyorsunuz. Ama korteksinizle değil, bedeninizle… Biyolojinizin bedeninize gömdüğü bilgiişlem kabiliyetinizle. Ama işte yine de “hiç düşünmeden” dedim çünkü Aydınlanmacılarımız için korteksin dışındaki varlığımızın yekûnu, övünülecek değil, utanılacak bir miras. Korteksten ibaret olsaydık ne iyi olacaktı. (Aha işte bir defa daha Platon hazretleri önümüze çıktı.)
Bu hal, çok anlaşılmaz bir hal değil çünkü Aydınlanmacılarımız işleri ve itibarları başta olmak üzere sahip oldukları hemen her şeyi, korteksin her şeye kadir olduğu varsayımına borçlular. Ama kortekslerine borçlu olduklarını zannediyorlar ve durmadan onu çalıştırıp duruyorlar.
Neticede, onlar topun yörüngesini hesaplayıp dururken top düşüyor.
Pardon, düşmüyor. O arada başka biri, sahip olduğu sıradan insan kabiliyetlerinden utanmayan biri, o kabiliyetleri kullanarak topu yakalıyor, puanı alıyor. O aynı biri, mesela bir hırsız, bir arsız filan da olabiliyor ve bizim Aydınlanmacılarımız, “hırsızlığa, arsızlığa prim veren sistem utansın” ruh hallerini dolaptan çıkarıp üstlerine giyiyorlar.
2.
Yukarıda da işaret ettiğim gibi, mademki topun nereye düşeceği hesaplanabilir, deneme yanılmayla iş yapmak hiç saygıdeğer olmayan bir tercihtir. Aydınlanmacılar deneme yanılmaya hiç gelemiyorlar. Denemeden, yanılmadan, doğru olanı bulalım, sonra da o aksiyonu gerçekleştirelim derdindeler. Başkalarının, başarılı olanların zaten öyle yaptığını varsayıyorlar ilaveten. Mesela Jobs’ın hayatını, hiç denememiş, hiç yanılmamış, sistemin işleyişi hakkında şöyle etraflıca bir tefekkürden sonra hayatı boyunca ne yapacağına genç yaşta karar vermiş, sonra da bütün manileri birer birer aşarak, o ilk gençlik hayallerini adım adım hayata geçirmiş biri olarak anlatıyorlar. Onların Atatürk’leri de öyle biri, daha İşgal altındaki İstanbul’a “geldikleri gibi giderler” diye girerken, ta 1923’ün 29 Ekim’inde ne yapacağını planlamış biri…
IBM ta 1900’lerin ortalarında şöyle etraflıca planlar yapmış, CIA zaten otuz yıl sonrasının planlarını yapıyor ve bu yüzden çok başarılılar Aydınlanmacılarımıza göre… IBM başarılı mı? Ya CIA? Aydınlanmacılarımıza böyle sorular sormak, IBM’in veya CIA’in başarılı olmadıklarını bir biçimde ima etmek filan —defalarca denedim çok iyi biliyorum ki— kutsallarına küfür etmeye eşdeğer bir şey. Anında aforoz ediveriyorlar insanı.
Hâlbuki (a) IBM ve/veya CIA onların işlediğini zannettikleri gibi işlemiyor, (b) başarılı değiller ve nihayet (c) kısmen başarılı sayılabilecekleri durumlar da Aydınlanmacıların gözleri kamaşarak izledikleri davranışlardan kaynaklanmıyor. Ama bunlar uzun hikâye.
3.
Elbette Aydınlanmacılarımız da gerçek hayatta, gerçek problemleri çözerken, mesela otomobillerine binip marşa basmadan önce, yol boyunca ne yapacaklarını, hangi saniyede sağa dönüş sinyali verip, hangi saniyede yavaşlayacaklarını filan programlıyor değiller. Dahası, oy verecekleri zaman da şöyle etraflıca analizler yapıp, partilerin programlarını okuyup, değerlendirip… Geçiniz. Aslında tastamam Aydınlanmacı olmayanlar gibi davranıyorlar. Aydınlanmacı olmayanlara bakıyorlar, onların kimi tercih ettiğini tespit ediyorlar, sonra da o Aydınlanmacı olmayan cahillerin canını en çok yakabilecek partiye oy veriyorlar.
Ama…
Kendilerinin etraflıca düşünüp, doğru tercihi tespit ettiklerine inanıyorlar. Kendileri gibi olmayanları ise “takım tutar gibi” davranmakla, düşünmeden tercih yapmakla filan suçluyorlar.
4.
Hayat aksiyonların bir örüntüsünden ibaret. Aksiyonlardan mamul bir şey. Düşünüp taşınırken topu tutacak hamleyi yapamamak da bir aksiyondur. Eğer top ateşten bir topsa söz temsili, düşünürken hamle yapamayıp onu tutamamış olanın elleri yanmaz ilaveten ve avantajlı hale geçer. Ama bu, topu tutmak için hesap yapıp duranların verdikleri karar sayesinde değil, karar verememiş, aksiyona geçememiş olmaları sayesinde olur. Olsun. Hayat neticeyi kaydeder ve tam o sırada ortaya karpuz servisi yapılırsa Aydınlanmacılar —elleri yanmamış olduğundan— afiyetle tıkınabilirler. Karpuz yerine kavun olursa, yanında da buzlu bir rakı… Daha iyi bile olur.
Mesele şu ki, hayatta tutanın elini yaksın diye havaya ateşten top atanlar varsa da, onlar nadirat. Genelde hayat cömert. Dolayısıyla aksiyona geçebilenler, geçemeyenlerden daha avantajlı.
(Aha, cuk oturdu: Hani Egeli Laz’a “ne biçim oyun sizinki, bak bir de bizim zeybeğe” demiş de Laz “o kadar düşündükten sonra herkes oynar” diye cevap vermiş ya… Memlekette Doğu Karadenizliler oynuyor, Egeliler düşünüp taşınıp… Dizlerini yere vuruyorlar.)
***
En başta söyledim, Aydınlanmacılarla bir alıp veremediğim yok.
Bir yere kadar.
Yukarıda söylediğim türden şeyleri söyleyip durduğumda mesela, karşıma “ama bilim” diye dikildiklerinde tahammül edemiyorum. Ettiğim her lafı bilimsel bir tutumla, bilim insanlarının akıl ettiklerine yaslanarak etmeye çalışıyorum. Karşıma “evrimi savunuyoruz” gibi manasız laflarla dikilenlerin hiçbirinin evrim teorisinden, teorinin bugün geldiği noktadan filan haberi yok. Aslında nasıl memleketin “ama İslam” diye diye malı götüren çetelerinin İslam’dan nasibi yoksa, Aydınlanmacıların da bilimden nasibi yok. Ama deneme yanılmadan nefret etmeyi filan bilim zannediyorlar.
Veya kendileri yerlerinden kalkıp teşebbüs bile edemedikleri için topu tutamadıklarında topa, topu atana, topun onların kucağına düşüvermesini sağlamayan dünya düzenine —kendileri hariç herkese ve her şeye— saydırmıyorlar mı, o zaman da sigortalarım atıyor.
Anladınız siz onu, sıklıkla atıyor sigortalarım.
***
1980’lerin başlarında kürsüye çıktım. İddialı ve hevesliydim. Nasıl karar veriyor olduğumuz hususunda, teknolojinin karar vermeye ne gibi destekler sunuyor olduğu hususunda, dönemin oldukça ilerisinde laflar ediyordum bir taşra üniversitesinde. Şimdi o günlerde anlattığım şeyleri hatırlıyorum, Mısır papirüsleri kadar antika görünüyor gözüme. Ama sizi temin ederim ki, namlı Amerikan üniversitelerinde bile o tarihlerde benim anlattıklarımı anlatmaya cesaret edebilecek pek az kişi vardı. Ana akım teorilere çok aykırıydı, en azından çok yabancıydı anlattıklarım.
Yine de bugün Mısır papirüsleri gibi görünüyorlar. Veya, önünüzdeki kağıda derme çatma bir çift kanat çizseniz, çizdiğiniz şeyin kelebeğe nispeti neyse, o dönemde anlattığım şeylerin bugün anladıklarımıza nispeti de o kadarmış. Bugün ne kadar biliyoruz, o da ayrı hikâye.
Ama benim 80’lerde yetersiz bulduğum altyapı üzerinden ahkâm kesilerek, 80’lerden sonra öğrenilmiş olanlara hiç itibar edilmeyerek iş yapılıyor bugün. Ve bazı Aydınlanmacı arkadaşlarım, daha da ileri giderek, 80’lerden sonra bilim adına yapılıp edilenleri şarlatanlık diye yaftalıyorlar. Piyasa bilimi ve saire diyerek… Wikipedia karşısında Britannica’yı müdafaa eden pozisyonlarından zerre taviz vermeden.
Sonra?
AKP.