Topyekûn Bir Çöküşün Hikâyesi
Demirel öldü. Koalisyon dedikodularının bini bir para.
Ama ben, son defa olmak üzere, Cline’ın 1177 B.C. The Year Civilization Collapsed adlı kitabından söz edeceğim. Asıl derdime geçmeden önce, Cline’ın bir yerlerde, Truva Savaşı ve İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı efsanelerine ilham veren olayların aslında Kadeş Savaşıyla hemen hemen aynı tarihlerde, M.Ö. 13. Yüzyılda vuku bulmuş olabileceklerini ima ettiğini belirteyim.
***
Marek’in Ceram adıyla yayınladığı Tanrılar, Mezarlar, Bilginler ve Tanrıların Vatanı Anadolu kitaplarını büyük bir zevkle okumuştum. 1177 B.C. beni gençlik yıllarıma döndürdü. Kitaptan şunları öğrendim:
- Geç Bronz Çağında Doğu Akdeniz’de çok sayıda büyük gücün birbirine iktisadi olarak eklemlenmesi sayesinde, son derece kozmopolit bir altın çağ yaşanmış.
- Sonra bu altın çağ aniden ve çok tuhaf bir biçimde sona ermiş. Konuyla ilgili olanlar, çok uzun süredir, tarihin genel seyri içinde beklenmeyecek bir şey olarak gördükleri bu çöküşü açıklamaya çalışıyorlarmış.
- Mısır kaynaklarında adı geçen, nereden geldikleri bilinmeyen Deniz Halkları (Sea Peoples), bu çöküşün ana nedeni olarak görülmüş uzun süre. Ama Deniz Halklarının derme çatmalığı ile yıkılan medeniyetin göz kamaştırıcılığı arasındaki orantısızlık yüzünden de hep şüphe varmış.
- İklim değişikliğinden depremlere, kıtlıktan salgınlara kadar pek çok sebep öne sürülmüş ve çürütülmüş. İklim değişikliği, depremler, kıtlıklar ve salgınlar olmadığı söylenmiyor ama bunların hiçbirinin ortaya çıkan yıkımı açıklayabileceği düşünülmüyor.
Neticede Cline, bildiğim bir alana müracaat ediyor: Komplekslik.
Kompleksliği anlatırken, birilerinden alıntı yaparak, trafik kilitlenmesini misal veriyor. Kompleks sistemlerde öngörülemez, topyekûn çöküşlerin ortaya çıkabileceğini filan söylüyor. Kendisine de yazdım (İngiltere’de ders vermek ve İsrail’de kazılara katılmak için yurt dışında olduğuna dair nazik bir otomatik mesaj geldi), benim anladığım komplekslik, trafik kilitlenmesini açıklamaz. Trafik kilitlenmesinde zaten açıklanmaya muhtaç bir hal de yoktur. Çünkü —her şeyden önce— bizim şehirlerimizin hiçbiri bunca araç yoğunluğuna göre tasarlanmış değil. Komplekslik, aksine, kilitlenmiş bir trafiğin —onu açmayı kendisine dert edinmiş bir merkezi otorite yokken— nasıl olup da açıldığını, akmaya başladığını açıklar. Zaten de açıklamaya muhtaç olan budur.
Benzer bir akıl yürütmeyi Geç Bronz Çağına tatbik edelim. Ortada para diye bir mevhum yok. Ekonomi takas ekonomisi. Yani zenginliği stoklamak da, toplumun daha geniş kesimlerine yaymak da neredeyse imkansız. Bir Girit vazosu, lacivert taşından veya fildişinden bir biblo, altın bir mücevher, şu kadar çinko, bu kadar bakır, yirmi koyun, şu kadar buğday filan sahibisiniz. Birisi Girit’ten, öteki Yukarı Mısır’dan, beriki Aşağı Mısır’dan diğeri Afganistan’dan, biri Kıbrıs’tan, şunlar Anadolu’dan gelmiş. Eee? Çinko ve bakırı işleyip sizi düşmanlardan koruyacak silahları yapacak olanlara nasıl ödeme yapacak, ne vaat edeceksiniz? Ürettiği buğdayın şu kadarına vergi olarak el koyduğunuz köylüye? Ve saire…
Neticede, asıl merak edilmesi lazım gelen konu bu kozmopolit ekonominin nasıl olup da çöktüğü değil, para diye bir şey yokken nasıl olup da bu ölçüde yükseldiği… Komplekslik işte bunu açıklamakta işe yarayabilir. Ekonominin ve sosyolojinin kompleks karakteri, takas ekonomisinin doğal sınırlarının zorlanmasını ve karşılıklı bağımlılık içinde sistemin bütün unsurlarının birbirini besleyerek bölgede beklenmedik bir ekonomik gelişmenin ortaya çıkmasını, bu işi planlayan kimse olmadığı halde böyle bir ilişkiler ağının zuhur etmesini anlaşılır kılar.
***
Cline’ın —ve onun anlattığı kadarıyla konunun diğer uzmanlarının— kafasını karıştıran bir şey var: Bölgede birçok önemli şehir zuhur ediyor. Sonra, M.Ö. 1200 civarlarında bu şehirler birbiri peşi sıra çöküyorlar. Ama hepsinde tastamam aynı şey olmuyor. Bazısı tamamen yerle bir oluyor ve bir daha hiç tarih sahnesine çıkmıyorlar. Bazısı yerle bir oluyor ama kısmen onu yıkanlar ve kısmen de şehrin eski yerlilerinin bir arada ve dostça yaşayacağı yeni şehirler kuruluyor eskisinin yerinde. Birçoğunda ise sadece saraylar yıkılıyor, şehrin kalanına hiçbir şey olmuyor.
Komplekslik konusunda söylediklerim bildiğim bir konu hakkındaki yaklaşımım. Şimdi söyleyeceklerim ise tamamen spekülasyon.
Dönemi gözümüzde canlandıralım. Sekizer onar bin kişilik şehirler var. Şehirlerin dışında tarım yapılan alanlar var. Ama herhalde avcı-toplayıcılıkla hayatını sürdüren topluluklar da çok uzak değil. En azından iki hayat tarzı arasında gidip gelen ciddi bir nüfus da hâlâ hayatiyetini sürdürüyor ve şehirlerle temasları da sıfır değil.
Bir dizi depremler olmuş. Bu arada eskisi kadar yağmur yağmıyor ve uzun süren kuraklıklar yaşanıyor. Kısmen açlıktan, kısmen bölgenin aşırı ölçüde birbirine bağlı olması yüzünden, salgın hastalık başgösterdi miydi, hızla yayılıyor. Bir yandan da, para ekonomisine geçilemediği için, eşitsizliği kısmen de olsa giderebilecek bir enstrüman yok. Dolayısıyla “ya hep ya hiç” mantığına göre işleyen, saraylararası bir ekonomi var.
Eh, yanı başınızda size kıyasla çok daha eşitlikçi bir biçimde hayatlarını sürdüren topluluklar yaşıyorken, tarıma geçişin sancılarını henüz aşamamış haldeyken, üstüne bir de bu tür felaketler üst üste geliyorsa… Eşitlikçiliği talep eden, “başımıza ne geliyorsa saraylar yüzünden, tanrılar bizi cezalandırıyor” diyen bir tarikat doğması çok da imkânsız görünmüyor bana. Mısırlıların kendilerine “Deniz Halkları” dediği kozmopolit kitle, tam da böyle bir tarikat olabilir. Gittikleri yerlerde, halkın bir bölümünün de desteğiyle sarayları yıkıp, yıktıkları yerde yerleşebilirler. Yerleşemeyecek kadar mümin olanlar, o şehirden katılımlarla başka bir yere gidebilir. Eğer gittikleri yerde şehirlilerden kendilerine destek verenler olmazsa şehri dümdüz edebilirler. Filan…