Trump Kuzey Kore’ye Karşı

Trump’ın Kuzey Kore ile dansı insanlığın başını derde sokabilir mi?

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, “olmaz öyle şey” denebilecek herhangi bir şey yok. Üstelik bu hal, mesela 19. Yüzyıl sonundaki gibi “her şeyi başarabiliriz” benzeri bir haddini şaşırmışlık hali de değil, “her şeyi ağzımıza yüzümüze bulaştırabiliriz” hali…

Dolayısıyla…

Trump’ın Kuzey Kore ile dansı insanlığın başını derde sokabilir mi?

Neden olmasın?

***

Amistad filminde —daha önce sözünü etmiş olmalıyım— filmin filme en benzemeyen sahnesinde, köleleştirilmek istenen zencilerin avukatlığını yapan eski Başkan, uzun müdafaasının sonunda, “deniyor ki bu zencilere hürriyetleri iade edilirse iç savaş çıkacakmış” der ve bir kısa duraklamadan sonra ekler: “çıksın çıkacaksa.”

Gerçek bir hikâye olduğuna göre ilgili sahnedeki uzun tiradın ve nihayetinde dile getirilen meydan okumanın da gerçek olduğunu varsayıyorum. Filmi seyrettiyseniz muhtemelen siz de hissetmişsinizdir, toplumun tepesinde Damokles’in kılıcı gibi sallanan iç savaş tehdidi, iç savaşın kendisinden daha yıldırıcı, bıktırıcı ve tahrip edici gelir insana. Dolayısıyla, orada şu bedeli, burada bu bedeli ödeyip durarak iç savaş ihtimalini tehir edip durmak katlanılır olmaktan çıkar.

Yine daha önce dedim, bana göre savaş ihtimalini ortadan kaldırma iddiası kötülüktür. Soylu olan, kapıdaki savaş tehdidini ertelemek için çaba harcamaktır. Ve işte o sürecin bir safhasında… “Savaş çıkacakmış, çıksın çıkacaksa” noktasına gelinebilir. Gelinebilir. Gelinebilmeli. Gelinebilmeli ki, savaş tehdidini başımızın üzerinde sallayıp durarak bizi insanlığımızdan çıkmaya icbar etmelerle baş edebilelim.

Trump’ın Kuzey Kore ile dansı, başımızın derde girmesine sebep olabilir mi?

Olabilir.

Olsun olacaksa.

Çünkü görünen o ki, başımız eninde sonunda derde girecek. Bizi buralara kadar getiren bütün üstyapılarımız un ufak oldu. Mevcut üstyapılarla yola devam etme şansımız yok ve başımız derde girmeden onların yerine yenilerini inşa etmeye de başlayamayacağız.

Ruh durumum böyle —pek hoş değil yani. Siz de şahit olun istedim.

***

Gelelim meselenin gıdıklayıcı yanına.

ABD ile Kuzey Kore arasındaki gerilim tırmanırsa… Bir sıcak savaş filan çıkarsa… Trump nereye kadar gidebilir, Kim Jong Un nereye kadar? Bilmiyorum. Ama eğer bir dövüş olacaksa, bunun bir kaybedeni, bir de daha az kaybedeni olacaktır herhalde.

Hangisi kaybeden, hangisi daha az kaybeden olsun istersiniz?

Gördüğüm kadarıyla, en azından benim çevremde kafalar karışık. Ben de karışık kafaları severim. Doğru yerde gibiyim yani.

Kafalar karışık çünkü, eğer basitleştirirsek, Kim Jong Un, kendi halkına yalan söyleyip duran, halkını yalanlarla uyuşturmuş biri. E ama ABD de, en azından bu hususta pek farklı sayılmaz. Amerikalıların kahir ekseriyeti, ülkelerinin mesela Irak’a demokrasi götürmek için gittiğine inanıyor. Çünkü muktediri muhalifi, ülkenin kanaat önderlerinin ezici bir çoğunluğu bu yalanı pazarladılar. Yalan olduğunu bile bile…

İşin şurası da var: Kim Jong Un’un yalanlarından zarar görenler Kuzey Koreliler. ABD Başkanlarının yalanlarından zarar görenler ise malum, hepimiz. Dolayısıyla ABD’nin daha çok zarar görmesini temenni etmek daha makul görünüyor.

Filan.

Etrafımdakilerle bir tür jimnastik olsun diye bu mevzuu konuşup dururken hissettim ki, mahallenin alçak ve namussuz kabadayısının sokaktaki yaramaz oğlanı dövmesine itirazım yok. Kendimi böyle yakalayınca suçluluk duydum mu? Duydum. Utandım mı? Utandım. Ama suçluluk duygusu ve utanç, inatla aynı hissiyatı taşımama mani olmadı.

Çünkü…

Kuzey Kore’nin aslında ne olduğuna filan girmeyeceğim. Genel olarak temsil ettiği şey, herhangi bir sıradan insan için temsil ettiği şey, en kestirmeden özetleyecek olursam, kendine yeterlilik iddiası. Kuzey Kore gibi bir vakanın sürdürülebilmesini sağlayan temel müteharrik güç, bir ülkenin dünyanın kalanından soyutlanıp kendi kendine yaşayabilir olduğu varsayımı.

Kendine yeterlilik iddiasının Kuzey Kore’deki gibi tezahür etmesi elbette gerekmiyor diye düşünüyor benim etrafımdakiler. Ama dünyada bu iddianın elle tutulur bir iddia olarak hayatta kalmasının belki de biricik misali Kuzey Kore. Küba bile öyle değil yani.

Ve ben, tam da kendine yeterlilik iddiasına muhalifim. Tanıdığım insanların kahir ekseriyetinin —pek de sorgulamadan— soylu bir iddia olarak gördüğü, bir ideal olarak zihninde taşıdığı, “olsa ne iyi olur” dediği, olsa olsa “günümüzün şartlarında ne yazık ki gerçekleşmesi mümkün değil” diye iç geçirerek imkânsızlığına katlandığı bir iddia bu. Sadece ülkeler için değil, herkes mesela kendisi için de “kendime yetebilir olsaydım ne iyi olurdu” diye düşünüyor.

Ben ise, çok uzun süredir, kendime yeterli olmamayı —sadece imkânsız olarak değil— bir lütuf, bir nimet olarak görüyorum.

Kuzey Kore’nin nispi bir zaferi bile, dünyanın dört bir yanında, kendine yeterlilik heveslisi milyarlarca kişinin bu manasız hayalini besler. Bence hepimize yazık olur.

***

Meseleyi Türkiye’ye getirmeme bile lüzum yok —bağlantıyı kurmak müşkül değil. Yine de birkaç cümle edeyim.

Nükleer silahları olan, balistik füzeler filan yapmış bir tuhaf organizasyon olan Kuzey Kore’nin kendine yeterlilik iddiası, her bir vatandaşının bilmem kaç yıl —benim dört ay yapmaya zor katlandığım— askerlik yapmasına filan mal oluyor. Geri kalan zırvalıkları saymaya bile lüzum yok.

Ve Türkiye’de, “biz kendimize yeteriz, kendimiz ne kelime âleme yeteriz” hissiyatını pazarlayıp duran, “kendimize yetelim de ne lazımsa bedeline katlanırız” deyip duran, buradan bir soyluluk imal etmeye çalışan bir güruh, Erdoğan marifetiyle durmadan palazlandırılıp kalabalıklaştırılıyor. Eh ben —yukarıda da işaret ettiğim gibi— kendine yeterlilik denen nanenin hiç de soylu bir tutum olmadığını, daha Erdoğan sahnede değilken kabul etmiş biri olarak… Ne diyeyim… Aman diyeyim.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin