Trump Sadık Han’a Karşı
Işık paylaşmış, Sadık Han ile ilgili olarak The Guardian’da uzun bir röportaj yayınlanmış (https://www.theguardian.com/politics/2017/jul/29/sadiq-khan-not-sure-what-donald-trump-beef-with-me).
Röportajda bir yığın faideli malumat var. Londra’da 300 farklı lisanın konuşuluyor olması gibi mesela. Bu ölçüde kozmopolitleşme! Olacak iş mi?
Bence şaşırtıcı olan Londra’nın bu ölçüde kozmopolit olması değil. Kendi çağlarındaki şartlar ile kıyaslandığında, Babil’den Roma’ya kadar bir yığın merkez, kozmopolitlik konusunda günümüzün Londra’sı ile yarışabilir diye düşünüyorum. Ama bu merkezlerin hepsi, daha sonra zuhur eden İstanbul ve yakın tarihin Paris’i, St. Petersburg’u, Viyana’sı, hep geniş imparatorluklardan derlenen artık değer vasıtasıyla finanse edilen kozmopolitliklerdi.
İstanbul mesela, Macar asıllı dökümcülerden Fars asıllı şairlere, minyatürcülere kadar, o dönemin dünyasının dört bir yanından üşüşen insanların toplandığı bir havuzdu. Veya arıların, dünyanın dört bir yanından topladıkları balı getirdikleri kovan. Ama o kovanda üretilen balın iktisadi bir kıymeti yoktu. Ortada ne şiirin, ne muhtelif hokkabazlıkların, ne diğer becerilerin dişe dokunur bir piyasası yoktu. O özel marifetlerin biricik müşterisi, saray ahalisiydi.
Günümüzün Londra’sı o şehirlerden, daha kozmopolit olmakla farklılaşmıyor. O kozmopolitliğin bizzat kendisinin iktisadi olmasıyla farklılaşıyor. Böyle bakarsanız, günümüzün Londra’sını, İstanbul’unu, Paris’ini, New York’unu tarihin kozmopolit şehirlerinden farklılaştıran şey, adına kestirmeden demokratikleşme diyebileceğimiz bir şey. Eskiden dünya üzerinde bir tek devasa kozmopolit merkez olabiliyordu. Sonra, ulus devletler çağında, her ülkede birer tane olabildi. Ama genellikle hep, finanse edilen merkezlerdi bunlar. Şimdi zenginlik üretiyorlar. Marifet para ediyor artık. Piyasası var. Herkes onu talep edebiliyor ve fiyatını ödeyebiliyor.
Yani?
Her birimiz Sultan Süleyman’ız. En azından olabilir durumdayız. Her şehir, şehir gibi şehirlerin her biri, eğer milyonlarca değilse yüz binlerce Sultan Süleyman’ın ikamet ettiği yerler. Ve biz, birkaç nesil önceki dedelerimizden çok daha varlıklı olarak, ekmeğe, başımızı sokacak bir dama, bize hareket kabiliyeti sağlayacak bir ata filan değil, marifete talibiz. Çoğumuz da marifetimiz sayesinde hayatımızı sürdürebiliyoruz, ekmek filan üreterek değil.
Londra, şu anda, Birleşik Krallığın en önemli kıymeti. Londra’ya eşdeğer herhangi bir markası yok İngiltere’nin. Yeni ekonominin nasıl bir şey olduğunun belki de en çıplak göstergesi Londra. Ve o ekonominin sebep olduğu yepyeni bir sosyoloji var. Sadık Han, o sosyoloji sayesinde Londra Belediye Başkanı seçilebiliyor. İsteseniz, nasıl bir geçiş dönemini atlıyor olduğumuzu işaretleyecek bu kadar sembolü bir araya getiremezsiniz. İçinde yaşadığımız dönemi bir film olarak anlatmaya çalışsanız mesela, Londra gibi bir şehir anlatmaya, o şehrin Belediye Başkanlığına da bir Müslüman politikacı seçtirmeye kalkardınız —ve muhtemelen “abarttık galiba” diye düşünürdünüz.
***
Sinematografik unsurlar bitmek de bilmiyor. Londra’nın Müslüman Belediye Başkanı, Chicago’nun Yahudi Belediye Başkanı ile yan yana… Siz hâlâ işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki hesaplaşmadan, ötekiler ulus devletlerin arasındaki dövüşten, berikiler dinlerin uzlaşmaz çelişkilerinden dem vuradursunlar, ABD’nin Chicago’sunun Yahudi Belediye Başkanı, İngiltere’nin Londra’sının Müslüman Belediye Başkanı ile aynı etkinlikte bir araya geliyor. İki şehir birbirine rakip. Ama aynı takımın futbolcularının birbirlerinin rakibi olması gibi… Her ikisi de diğerinin önüne geçmeye çalışıyor, birbirleri ile yarışıyor. Şehirler liginde daha üstte bir pozisyon elde edebilmek için yarışıyorlar.
İki şehir birbirine rakip ama şehirler ligi kasabaların arasında yükseliyor.
Yeni bir şey değil bu hal. Hatta, neresinden tutsanız elinizde sembolik kıymeti çok yüksek bir şey kalıyor olmasından hareketle diyebiliriz ki, bu süreç artık gereğince olgunlaşmış. Süreç olgunlaşmış ki, Londra’da bir Müslüman, Chicago’da bir Yahudi Başkan seçilebiliyor ve ikisi aynı etkinlikte bir araya gelebiliyor.
Biz hâlâ işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki hesaplaşma, ulus devletlerin arasındaki dövüş, dinlerin uzlaşmaz çelişkileri filan gibi mevzularla konuşup, şehirlerimizi öldüreduralım.
***
Röportajda bir yığın faideli malumat var. Öyle şeyler ki, yaşadığımız dönemi kestirmeden anlatmak istesek de sembol uydurmaya kalksak, gerçekliği taklit etmeye gücümüz yetmez gibi… Hepsini değerlendirmeye kalkmayacağım, endişelenmeyin. Röportajın başlığına taşınan hususa değinip bırakayım —İngilizceniz varsa bence röportajın tamamını okuyun.
Başlığa dönersek… Anlıyoruz ki ABD’nin Başkanı Trump, Londra’nın Belediye Başkanına takmış. Ne alaka? Tarihte benzeri görülmüş bir hal mi? Bir ABD Başkanı, bir başka ülkenin Belediye Başkanı ile polemiğe girsin, olacak şey mi? Bir film yapıp, kasabalıların şehirlilere açtığı savaşı anlatmak için böyle bir şey uydursam, beni tımarhaneye kapatırdınız, itiraf edin.
Ama işte gerçek hayatta, gözümüzün önünde cereyan ediyor hadise. İşçi sınıfı, burjuvazi, ulus devletler, dinler filan perspektifinden bakmakta ısrar edilirse asla anlamlandırılamayacak, saçma görünecek şeyler oluyor. Saçma görünüyor. Saçma olduğuna kanaat getiriyorsunuz.
Meseleye bir de, günümüzdeki asıl tayin edici savaşın kasabalılarla şehirliler arasında olduğu, Trump’ın kasabalıların dünya ölçeğindeki son kahramanı olduğu, Londra’nın da yeni dünyanın ilk ve lider şehri olduğu perspektifiyle bakın. Bence göreceksiniz ki, her şey yerli yerine oturuveriyor.
Daha önce dediğimi tekrarlayıp bitireyim: Bu savaşı kimin kazanacağı aşikâr. Kasabalı bir çetenin bizi kaybedecek tarafa mıhladığı da…