Türkiye Çok Sıcak
Dün bakış açılarının sıcak veya soğuk olabileceği üzerine yazdıktan sonra, aklıma McLuhan geldi. 1960’larda Understanding Media’da, medyayı sıcak ve soğuk başlıkları altında tasnif etmişti. Kitabı okumadan ama McLuhan’ın böyle bir tasnif yaptığını işitmiş olduğum dönemde, mesela “kitap ve televizyonun hangisi sıcak, hangisi soğuk” diye sorulsa, hiç tereddüt etmeden “kitap soğuk, televizyon sıcak” derdim. Ama Understanding Media’yı okuduğumda McLuhan’ın derdinin başka olduğunu öğrendim. Kitap sizin bütün dikkatinizi talep eder, televizyon ise öyle değil.
Mesele elbette, sadece dikkat talebiyle sınırlı değil. McLuhan’ın tasnifine, İngilizce involvement ve participation kelimeleri arasındaki farktan da yaklaşabilirsiniz mesela. Involvement kelimesi için sözlükler bağlılık, dâhil olma, katılım gibi karşılıklar veriyor. Participation için ise iştirak, katılma, katılım gibi karşılıklar. Türkçe karşılıkları açısından sanki az çok aynı şeye işaret ediyor gibiler, ama iki kelimenin Batı dillerindeki orijinlerine bakarsanız, aralarında müthiş bir fark var.
Involvement kelimesi, zarf kelimesi aynı kökten türemiş, bir şeyin içine alınma, kuşatılma, çevrelenme manasına geliyor. Participation ise hisse kelimesiyle aynı kökü paylaşıyor, bir şeyde hissedar olma manasına geliyor.
Toplumun içindeyiz, onun tarafından kuşatılmışız. Devletin ise hissedarı olabiliriz.
Ama Türkiye’de devlet hep sıcak olageldi. Hissedarı olabileceğimiz bir aygıt olmadı, kendimizden cayarak parçası olabileceğimiz —aksi halde başımızın fena halde derde girebileceği— bir şey oldu hep. Hep dedimse, hep sıcak olsa da farklı dönemlerin sıcaklığı arasında ciddi bir fark da oldu elbette. Mesela Atatürk’ün Cumhuriyeti, Süleyman’ın devletinden daha sıcaktı. Demokrat Parti döneminde devlet, Demirel dönemindekinden daha sıcaktı. Demirel döneminde de Özal döneminden daha sıcaktı… Ama en soğuk olduğu Özal döneminde bile lüzumundan çok sıcaktı. Her kim isek o olarak hisse sahibi olmamız değil, her ne ise onun bir parçası olmamız istenen bir şey. Bize göre, bizim tercihlerimize göre biçimlenen bir şey değil, ona göre, onun tercihlerine göre biçimlenmemiz dayatılan bir şey.
Kitap okur gibi, her şeyinizle katılmanız veya karşı olmanız gerekiyor Türkiye’de devlete. Televizyon seyrederken yaptığınız gibi, orada o işini gücünü yaparken sofrayı hazırlayamazsınız yani.
***
Toplum sıcak bir şey. Onu soğutan, sıcaklığını katlanılabilir bir seviyeye düşüren şey, şehir. Kasabada serinlik hayal etmek beyhude. Kasabada, mesela McLuhan’ın tasnifinden yola çıkıp memleketin hali hakkında yeni bir şeyler söylemeye, memleketin halini anlamak için yeni pencereler açmaya çalışmak olacak iş değil. Kasabada —başka her şey gibi ve başka her şeyden çok— memleketin hali zaten anlaşılmış bir şey. “Bu Cumhuriyetçiler zaten…” veya “şu dinciler zaten…” diye başlarsınız ve onlarca yıllık klişeleri tekrarlarsınız. Kasaba değişmeyen bir yer ve dünyada herhangi bir şeyin değişmesini, mesela eski problemlere yeni bir açıdan daha bakılmasını içine sindirmesi müşkül. Ancak çevresi değişirse, ona katılabilir. Memleket değişince, memlekete benzemek üzere değişir kasaba. Katılması yani, dâhil olmak manasında, hissedar olmak manasında değil…
***
AKP Türkiye’sinde, herhangi bir şeye katılabilirsiniz. Herhangi bir tartışmaya mesela… Ama sadece dâhil olabilirsiniz. Ve bu hal, sadece AKP cenahı ile sınırlı değil. AKP’ye karşıysanız da durum aynı. Verili argümanların dışına çıkmaya yeltenirseniz, başınıza olmayacak işler gelebilir. Akşam’da yazarken, Erdoğan’ın “dindar nesil” lafı üzerine, kendimce Erdoğan’ı çok ağır bir biçimde eleştiren, “devlet aygıtı, teknolojisi icabı, dindar —veya başka türlü— bir nesil yetiştirmeye uygun değil, olsa olsa münafık nesil yetiştirirsiniz” mealinde bir yazı yazdıydım. Bir süredir üyesi bile olmadığım bir e-posta grubunda, bu yazım üzerine, “vay Erdoğan’a neden bizim saldırdığımız cepheden —yani dindarlık üzerinden— saldırmıyor” şeklinde özetlenebilecek bir linç girişimi başlamış, benimle paylaşanlar yüzünden haberdar oldum.
Memleket böyle. Çok sıcak. Pir Sultan Abdal cehennemde odun yok, herkes kendi ateşini yanında götürür demiş ya, memlekette de hal farklı değil. Mesele şu ki, ateş AKP’ye iyi geliyor. Sıcaklıktan nemalanan o. Güya ona karşı olanlar, aslında onu besleyen ateşe odun taşıyorlar. Söyleyince de… Neyse…
Cumhuriyet, neticede, ancak involve olabilecek insanlar yetiştirdi, yetiştiriyor. Çünkü dünyanın zaten ancak involve olunabilecek bir dokusu olduğu öğretilip duruyor okullarda ve her yerde Türkiye’nin insanlarına. Türkiye’nin okumuş çocuklarının en büyük kâbusu, memleketin derdi olarak neyi görüyorlarsa, onunla aralarına mesafe koymak. En büyük düşmanları, memleketin meselelerine uzaktan bakmaya teşebbüs edenler. Serin bir yerde duranlar ve serin bir bakış açısına sahip olanlar, hem AKP için ve hem de AKP düşmanları için aynı derecede yabancı. Involve olmuyorsanız, Türkiye’nin oyununda yeriniz yok. Ya kuşatılıp yutulacaksınız veya…
***
Gezi, serin bir şeydi. Gezi’yi yapan çocuklar, sahneye kendileri olarak geldiler. Involve olmadılar, participate ettiler. Gezi için hayatlarını tatil etmediler. Okullarına veya işlerine gittiler, bir yandan da Gezi’de yer aldılar.
Gezi’ye katılan benim akranlarım, Gezi’yi de ısıttılar. Gezi’de stant kurdular, nöbet tuttular. Herkesi senkronize etmeyi, Gezi’den —memleketin bildik problemine, yani AKP düşmanlığına— bir proje çıkarmayı hayal ettiler. Haklarını yemeyeyim, bunları sadece hayal ettiler, Gezi’ye involve olmalarının vakanın dokusunu bozacağını bir biçimde hissettikleri için olsa gerek, mesafelerini muhafaza ettiler. Ama participate de edemediler. Çünkü nasıl edileceğini bilmiyorlar.
AKP ise, şahit oldunuz işte, Gezi’yi olmadığı gibi, sımsıcak bir şey olarak kodladı. Sadece adice bir algı yönetimi operasyonu değildi. Serin bir şeyi anlayabilecek kavramları sahiden yok.
Türkiye çok sıcak. Çünkü herkes ateşe odun taşıyor. Ve sıcaklık, AKP’ye iyi geliyor.