Türkiye’nin İki Sınırı

Ferruh Midilli’den Türkiye’ye girerken gözlediklerini yazmayı düşünüyordu. Yazmamış. Ben onu beklemeyeyim.

Midilli’den Türkiye’ye girerken bir sınırdan geçiyorsunuz. O sınırdan geçenler Türkiye tarafındaki pazara gelenler, Midilli’de hoşça vakit geçirmiş olup geri dönenler ve saire… Ferruh’un anlattığı kadarıyla, şen, gürültücü, eğlenceli bir kalabalık.

Öte yanda, Türkiye’nin bir başka sınırında, kan gövdeyi götürüyor. Türkiye’nin güneydoğu sınırı, hiçbir biçimde batı sınırını andırmıyor. Neredeyse hiçbir tarihte de andırmadı ayrıca.

Hoş bir kontrast.

***

Bir defa şuna işaret etmek lazım gibi duruyor: Türkiye böyle bir ülke. Bir yanı Yunanistan, öte yanı Suriye, İran ve saire… “Coğrafya kaderdir, değiştiremezsiniz” desem, sanki elimde imkân olsa değiştirmek istermişim gibi bir mana çıkıyor. Elimde imkân olmasın. Olsaydı da değiştirmezdim zaten.

Türkiye’nin güneydoğu sınırından (veya batı sınırından) memnun olmayanlara hiç lafım yok. Herkes istediği sınırdan şikâyet edebilir. Benim açımdan Türkiye’yi cazip kılan faktörlerin başında, ülkenin bir ucundan diğerine giderken, dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidebiliyor olmanız geliyor.

***

Ama ayrıca, mesele Yunanistan Suriye’ye karşı senaryolarıyla da bitmiyor. Az kuzeye gidince Ermenistan ve Gürcistan var. Biraz bu yana gelseniz, Ukrayna’da kıyamet kopuyor. Romanya, Bulgaristan filan yarın —yani Rusya Ukrayna’da istediğini alıp biti yeniden kanlanınca— ne olur? Meçhul.

Kaldı ki, Suriye’ye kıyasla pek cazip görünen Yunanistan’la aynı çatı altında yaşayan başkaları da, onlardan müşteki. Üstelik sıkıntı Yunanistan’la da bitmiyor, İtalya, İspanya… Neyse.

Yani ki, şu Ortadoğu Bataklığından kurtulsanız, birileri Akdeniz Bataklığından dem vurmaya başlayacak.

***

Coğrafyayı değiştiremezsiniz. Ama bakış açınızı değiştirebilirsiniz.

Bakış açımızı değiştirebileceğimizi, değiştirirsek çok da verimli olabileceğini ilk söyleyen ben değilim. Ama bu lafı durmadan yeniden keşfetmek zorunda kalmamız da işaret ediyor, o da pek kolay iş değil. Klişelerin, efsanenin müthiş bir yaşama azmi var, nereden kaynaklanıyorsa artık. Müthiş bir eylemsizliği (inertia) var. Mesela, onlarca farklı, birbiriyle aynı masada yemek yemeye kalksa birbirini bıçaklayacak kişiden duydum “bu Araplar adam olmaz, Allah yüzlerce peygamber yollamış olmamışlar”.

Yani ki, başka yerlerden peygamber çıkmamış, sadece Ortadoğu’dan çıkmış. Eee, Demek ki sadece Ortadoğuluların ihtiyacı varmış.

Hal böyle değil elbette. Ortadoğu’da peygamberler birbiri ardına gelirken, dünyanın geri kalanında insanlar karınlarını doyurabilmek için geyiklerin peşinde koşuyorlardı. Fransızlar Mısır’ı keşfettiklerinde, Mısır’ın eskiliği karşısında dilleri tutulmuştu. Onların bildiği en eski dönemler, yani Roma’nın kuruluşu filan, Mısır çöktükten birçok Roma ömrü sonra gerçekleşmişti.

Kaba bazı mukayeseler yapayım: Bugün bildiğimiz biçimiyle Batı Afrika savanlarında ortaya çıkmasından bu yana geçen sürenin yaklaşık dörtte üçü boyunca, insanoğlu Sahra altı Afrika’da yaşamıştı. Dünyaya yayılmaya başladıktan sonra geçen sürenin üçte ikisi boyunca, yeryüzünün orasında burasında kök toplayıp avlanarak yaşadık. Birkaç bin kişinin bir arada yaşadığı şehirler kurmaya başlamamızın tarihi, nereden bakarsak bakalım, yeryüzündeki maceramız bir günse, yaklaşık bir saat öncesinin işi. Evcilleşmeye başlamamız yani, dün gibi…

Ama —daha önce sözünü ettiğim— Belyaev deneyi de ima ediyor ki, bu süreç içinde ciddi bir genetik dönüşüme uğramış olmamız galip ihtimal. Şehirleşmenin, mesela saldırganlığa daha az tolerans gösteren sosyal yapılar gerektirdiğini tahmin edebiliriz. Daha saldırgan olanların bu süreç içinde dışlanmaları, hatta imha edilmeleri çok anlaşılır bir şey. Dolayısıyla, şehirleşme öncesinde avantaj sağlayan saldırganlığın, şehirleşmeyle birlikte dezavantaj haline gelmesi ve sadece kültürel olarak değil genetik olarak da baskılanması hiç olmayacak şey değil.

Mesele şu: Şehirleşme süreci, yeryüzüne yayılmış, toplamı birkaç milyonu bulmayan insan türünün tamamında aynı anda ortaya çıkmıyor. Coğrafi olarak daha elverişli olan, dolayısıyla belirli bir nüfus yoğunluğuna ulaşan bölgelerde, birbirinden bağımsız olarak icat ediliyor. Tektanrılı dinler, o dönemde, dünyanın geri kalanına kıyasla olağanüstü şehirlileşmiş, dolayısıyla da şehirlileşme öncesinden devreden kültürel ve genetik kodların sosyal gerilimlere çok daha fazla sebep olduğu bu bölgede ortaya çıkıyor.

Bu işleri bilmem. Ama mesela İsrailoğullarının vaadedilmiş topraklara vardıktan sonra, Musa’nın bütün uyarılarına rağmen, ellerindeki altından bir put yapmaya kalktıklarında buzağı yapmaları, bana manidar geliyor. Geyik olsa, tavşan olsa, fil olsa, aslan veya kaplan olsa, bir manası var. Ama insan buzağıya tapar mı? Aynı İsrailoğullarının Musa’ya çıkışırken “yeter bıldırcın yediğimiz, söyle Tanrına da bize tahıl göndersin” mealinde çıkışmaları da manidar. Görünen o ki, bir yandan avcı-toplayıcılığın sosyal ve kültürel kodları yaşıyor, bir yanda da yeni olan, daha kontrol edilebilir olan bir dünyayı kurma şansı var. Filan.

İşin daha öncesi de var: Şu kurban meselesi mesela. Kıssaya göre İbrahim oğlunu kurban edecekken koç gönderiliyor. Yani, mesela Orta Amerika medeniyetlerinde binlerce yıl sonra hâlâ devam eden insan kurban etme geleneğinin, din şemsiyesi altında, Ortadoğu’da çok daha önce durdurulduğunu düşünebiliriz. Bildiğim kadarıyla, mesela Roma döneminde bile Avrupa’da belirli biçimlerde sürdürülen bir mekanizma, Ortadoğu’da bilinen tarihten önce ortadan kaldırılmış.

Bütün bunları “ama bakın Ortadoğu’da ne güzel işler yapılmış” filan demek için söylüyor değilim. Yapılmış bence. Ama bunu önemsiyor değilim yani. Mesele şu: Peygamberler Ortadoğu’ya geldi, çünkü zaten ancak oraya gelebilirdi. Dünyanın geri kalanı bir peygamber çıkaracak zihinsel ve sosyal olgunluktan çok uzaktı.

Evrim, değişerek ve çeşitlenerek sürer. Ortadoğu’da da öyle oldu. Çok sonra Avrupa’da da benzer şekilde oldu. Ortadoğu’nun hemen her vadisinde başka bir dil, inancın başka bir versiyonu, başka bir hayat tarzı biçimlendi. Sonra Ortadoğu, dünyanın en gelişmiş bölgesi, bu birbirinden çok farklı olan toplulukların tamamını bir şemsiye altında örgütlemeyi icat etti. Ölçeklerin büyümesi de tabiatta sık rastlanan bir olgu. Benzer şeyler, binlerce yıl sonra Avrupa’da benzer şekilde yaşandı.

Neticeten…

Ortadoğu ölçekleri büyütürken, büyük ölçekli devletler kurarken, çeşitlilikle dövüşmedi. Çeşitliliğin her unsuruna aynı şefkatin gösterildiğini iddia etmiyorum. Çeşitlilikle kategorik bir mücadele verilmedi. Ama bambaşka bir teknolojik fazda Avrupa aynı seviyeye geldiğinde, çeşitlilik kategorik olarak şeytanlaştırıldı. Britanya adası da, Fransa da, Almanya da, siyasal bütünlüklerini inşa ederken, kendi dil ve inanç çeşitlilikleriyle sistematik bir mücadele verdiler. Homojenleştiler. Ve bugün de büyük ölçüde homojenler.

Homojenleşme süreci öyle hoş bir süreç olmadı. Biz birkaç yüzyıl sonra memleketi homojenleştirmeye kalkıştığımızda hangi sancıları yaşadıysak, Avrupalılar az çok onu yaşadılar. O acıları yaşayıp kaybedenler, öldüler. Çocukları ve torunları olmadı. Yaşananları anlatacak kimse yok. Tarihi kazananlar yazar. Çünkü sadece onlar yaşar.

İmdiii…

Avrupa’nın sırtını yere getirdiği toplumlar, kazanabilmek için Avrupa’nın yaptığını yapmaya kalktılar. Bu işi, bu dönemde, Avrupa’da bile yapamazsınız artık. Avrupa’ya kıyasla çok daha yoğun çeşitliliğin yaşandığı bu coğrafyada hiç yapamazsınız. Ama zaten yapmaya kalkmanın manası yok. Çünkü Avrupalılar homojenleştikleri için kazanmadılar. Daha iyi silahları olduğu için kazandılar.

Kaybedenler daha az zeki veya daha vahşi oldukları için kaybetmiyorlar. Olan enerjilerini, manasız bir homojenleştirme projesine harcadıkları için kaybediyorlar. Türkiye’nin Yunanistan sınırının Suriye sınırından farklı olması hoş. Suriye’nin Yunanistan’a benzememesi hoş. Suriye’deki —bizi de ırgalayan— sıkıntılar, Yunanistan’a benzemedikleri için çıkmıyor, benzemeye çalıştıkları için çıkıyor.

Demem budur.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin