Türkiye’yi Anlamak

Ankara metrosuna ilk defa bindiğimde şaşırmıştım. Metro son derece temiz ve bakımlıydı. Olmaması gerekiyordu. Neticede metroyu kullananların önemli bir bölümü belediye otobüslerini kullanan insanlardı ve belediye otobüslerine hiç de müşfik davranmıyorlar, koltukların arkasında kalemleri veya çakılarıyla bıraktıkları işaretlerle kendilerini ölümsüzleştirmeyi ihmal etmiyorlardı. Farka mana veremedim ve bir kenara not ettim.

Sonra İstanbul metrosunda ve daha sonra İzmir metrosunda da benzer bir halle karşılaşınca, üye olduğum İnternet listelerinde gözlemimi paylaştım. Listelerde beni tanıyorlardı. Gözlemimi paylaşmış olmamın, birkaç adım sonra, “bu ahaliye Vandal diyorsunuz ama metrolara hiç de öyle muamele etmiyorlar” noktasına gelebileceğini hisseden birileri, baştan tedbirlerini alıp manasız argümanlarla itiraz ettiler. Çoğu, her dediğime itiraz etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi zaten. Halbuki bu defa derdim çok daha masumdu: Neden otobüslere hoyrat davrananlar metrolarda başka türlü davranıyorlar, anlamak istiyordum.

Sonra Eskişehir’de tramvay çalışmaya başladı. Eskişehirliler, büyük şehirlerin insanları metrolarına nasıl muamele ettilerse, tramvaylarına öyle muamele ettiler. Neden? Bilmiyordum. Bu arada birileri, seyahat süresinin kısalıyor olmasının, yolcuların canlarının sıkılmasına meydan vermeyebileceğini, bu yüzden de Vandallık fırsatı doğmayabileceğini filan söyledi. Olur mu, olur.

Derken Eskişehir’in tramvayını, tramvayı periyodik olarak denetleyen uluslararası firma denetledi ve bir rapor yazdı. Raporda mealen şu deniyordu: “Belediyenizi tramvayı iyi işlettiği ve tramvaya iyi baktığı için kutlarız. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğiz, Eskişehirlileri de Vandallıktan bu kadar uzak oldukları için kutlarız. Çünkü Avrupa’nın birçok şehrinde denetlediğimiz onca tramvay içinde, yolcuların bu kadar iyi davrandığı bir başkası yok.”

Şimdi olmadı işte. Eğer seyahat süresinin kısalığı Vandallığı önlüyor idiyse, Avrupa’nın medeni şehirlerinin medeni insanlarının Vandallığını da önlemeliydi.

Derken kızım, nereden duyduysa, Hollandalı bir grubun yaptığı bir araştırmadan söz etti. İnternette kızımın verdiği ipuçlarından hareketle iz sürdüm ve Wilson ve Kelling’in Broken Windows Theory adıyla bir hipotez öne sürdüklerini öğrendim. Teoriye göre Vandallık ve suç, ilave Vandallık ve suçu tetikliyordu. Yani, kendi terimlerimle söyleyecek olursam, olumsuz sosyal tutumlar o tutumu sergileyenlerde değil, onlar ile çevrenin arasındaki etkileşimdeydi.

Teori, anladığım kadarıyla uzun süre şüpheyle karşılanmış ancak Groningen Üniversitesinden Kees Keiser ve ekibi tarafından yapılan bazı deneyler teoriye daha pozitif yaklaşılmasına yol açmıştı. Kızımın sözünü ettiği de bu deneylerden biriydi. Araştırmacılar herkesin kullanabileceği bisikletleri iki farklı duvarın önüne dizmişlerdi. Duvarların birinde grafitti varken, diğeri temizdi. Bisikletlerin gidonlarına bisikleti kullanmayı zorlaştıran el ilanları tutturulmuştu. Civardaki çöp kutuları da ortadan kaldırılmıştı. Dolayısıyla bisikletleri alanlar el ilanlarını sokağa atmak veya onların yol açtığı müşkülata katlanmak zorundaydılar. Üzerinde grafittiler olan duvarın önündeki bisikletleri alanların yüzde 69’u, diğerlerinin ise sadece üçte biri el ilanlarını sokağa atmıştı. Filan…

***

İşaret etmek istediğim birkaç husus var.

Birincisi, memleketin güzide kurumlarında eğitim görmüş arkadaşlarım, mesela CHP’nin başına kimin geçmesi gerektiği sorusu ortaya atılsa şehvetle tartışıyorlar. Dünyanın herhangi bir şehrinde gördükleri ve bizim neden adam olamayacağımızı bir defa daha ispatlamaya uygun görünen herhangi bir tezadı, test etme ihtiyacını hiç hissetmeden paylaşıyorlar. Mesela belediye otobüslerinin koltuklarının kesilip biçilmesinden, ahali hakkında sayısız teoriyi üretebiliyorlar. Ama metroların farkını görmüyorlar. Gösterilirse sebebini merak etmiyorlar. Otobüslerin halinden yola çıkarak geliştirdikleri teorileri gözden geçirmeye yanaşmıyorlar. Buna zorlanırlarsa hiddetleniyor ve mesela plajların halinden misal getirmeye başlıyorlar. Üstelerseniz şirretleşiyor, sizin kişilik özelliklerinizi tartışmaya başlıyorlar.

Sonra kendileri gibi olanlara yönelik olarak ahalide bir itiraz sezdiklerinde, derhal, ahalinin aydın düşmanı olduğunun bir delilini daha yakalamış oluyor, bu defa da bu misali şehvetle tartışıyorlar. Yani (a) bizim aydın olduğumuzdan şüpheleri yok ve dolayısıyla (b) bize yönelik her eleştirinin aydın düşmanlığının göstergesi olduğu neticesine de kestirmeden varabiliyorlar. Hep merak edegeldim, elimizdeki diplomadan başka aydın olduğumuzu yaslandırabileceğimiz ne var?

***

İkincisi, şikâyet edip durmanın ne türlü bir hazza yol açtığını bilmiyorum. Şikâyet edilen hali değiştirmek niyetini taşıyanların, o halin gerekçelerini anlamak konusunda çaba harcaması gerektiğini bildiklerini zannediyorum. Bir şeyi anlamak, anladığım şeyi değiştirmez ama beni değiştirir. Çok genç yaşlarımda hissettim ki, insanın kendisinin değişmesi, şikâyetçi olduğu hali değiştirmesinden hem daha kolay ve hem de daha zevkli.

Ve fakat…

Bir şeyi anlamanın sizi nasıl değiştireceğini, tanımı icabı, değişmeden önce bilemiyorsunuz. Zaten belki de ihtiva ettiği bu kaçınılmaz sürpriz sebebiyle zevkli bir şey, bir şeyleri anlayarak değişmek. Ama neredeyse sadece aritmetik bilgisiyle her bir şeyin formülünü ele geçirmiş olduğunu varsayan kalabalıklar imal ediyor üniversitelerimiz. Anlamak için çaba harcamadan her bir şeyi zaten anlamış olanlar imal ediyor.

Sonra…

Erdoğan’ı konuşmak çok hoşa gidiyor. Erdoğan’ın nasıl olup da üst üste seçim kazandığını ahalinin aymazlığıyla veya hırsızlığıyla veya başka bir olumsuz vasfıyla açıklayıvermek çok hoşa gidiyor. Sonra bu açıklamaları muhafaza etmek hayatın neredeyse yegâne amacı halini alıyor. O açıklamalardan şüphe etmeye yol açacak her şey görmezden geliniyor. Eee? Buradan bir çıkış var mı?

***

Neyse…

Asıl derdim bunlar değil. Asıl derdim, her türlü sosyal tutumun birçok faktörün bir bileşkesi olarak zuhur ediyor olması. Erdoğan’a verilen desteğin de sayısız bileşeni var. Bu bileşenlerin arkasındaki sosyal yapıyı anlamaya çalışmak muhtemelen Erdoğan’ı yenmeye kâfi gelmez. Ama Türkiye’nin şehirlerine metro geldiğinde neden bazı tutumların değiştiğini merak eden insanlarımız olsaydı, bu meraklarını gidermek için —mesela zamanında İdris Küçükömer’in veya Hikmet Kıvılcımlı’nın yaptığı gibi— spekülatif teoriler ortaya atıyor olsalardı, üniversitelerimizde birileri o spekülasyonları test etmek için deneyler tasarlayıp gerçekleştirselerdi…

Belki yine Erdoğangiller seçim kazanacaklardı. Ama şimdi davrandıkları gibi davranamayacaklardı.

Bence böyle.

Hollanda’yı anlamak imkânsız. Türkiye’yi anlamak daha da imkânsız. Eğer Türkiye’de filanca tutumun neden zuhur ettiğini anlamak için çabalayan aydınlarımız olsaydı, Türkiye’yi anlamış olmayacaktık. Yani mesele Türkiye’yi eksik anlıyor veya anlayamıyor olmamızdan kaynaklanmıyor. Mesele, Türkiye’yi anlamış olduğumuz zannının —özellikle de hasbelkader bir diploma edinmiş olan kesimde— bu kadar yaygın olmasından kaynaklanıyor.

Yani —dün kullandığım terimlerle söyleyecek olursam— Türkiye üniversitelerinin modernleştirilmiş modernleştiriciler imal edip durması, bence Türkiye’nin en ciddi sıkıntısı. Türkiye bu yüzden bu kadar sıcak.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin