Üç Sosyoloji
Dün üç sosyolojiden söz etmiştim.
Birincisi, Türkiye’de Erdoğan’ı, ABD’de Trump’ı, Britanya’da May’i “taşıyan” sosyoloji. Rahatlıkla iddia edebilirim ki, bir “sınıf” gibi davranıyorlar. Sınıf siyaseti yürütüyorlar. Marks’ın terminolojisine göre sınıf sayılamazlar ama “biricik” meseleleri var: Hâkim sınıfı geriletmek, onların hissesini ele geçirmek. Türkiye’de mesela, memleketin en can yakıcı problemi olarak görülen Kürt meselesinde, partileri açılım ilan ettiğinde de, Kürt şehirlerini bombalamaya karar verdiğinde de, zerre fire vermeden bir arada kaldılar. “Ejder meyveli smoothie”, eğer CHP’nin resepsiyonunda servis edilseydi, “şımarık Batıcılar, görgüsüzler” diyeceklerdi, “kendi” resepsiyonlarında servis edildiğinde, “kendileri olsa övünürlerdi, bize yakıştıramıyorlar, bizi ‘avam’ görüyorlar” diye geçiyor içlerinden. “Bütün” siyasetleri, “öteki sınıf” olarak gördükleri kesime karşı bir tür sınıf mücadelesi. Kimlikleri var ama hiçbirinin kimliği ön plana çıkmıyor.
İkincisi, “ulus-devlet” denen şeyin sınırları içinde ancak neşvünema bulabilenler. Devleti elde tutarak, birinci kesime karşı uzun yıllar imtiyaz sahibi oldular. Düzenli ve görece yüksek bir gelirleri oldu. Sosyal ve iktisadi dalgalanmaların faturasını ödemediler. Ağırlıklı olarak diplomaları ile açıkladıkları imtiyazlarını, özünde kimlik siyasetiyle garantiye almaya çalıştılar. Kendilerine sosyalist dediler, laik dediler, Atatürkçü dediler, ulusalcı dediler, filan. Bir sınıf gibi bütünlüklü davranmadılar ve dolayısıyla da parti içi hizip mücadeleleri hiç sönümlenmedi. Benzeri bir kategori Britanya’da ve özellikle Fransa’da da hep güçlü ve kalabalık oldu. “Devlet” denen şeyin kıta Avrupa’sından çok, Britanya’dan az farklı olduğu ABD’de ise… Anladığım kadarıyla yok mertebesindeler.
Üçüncüsü ise küresel kesimler. Küreselci değil, küresel…
***
Thatcher Britanya’da koltuğa oturduğunda, Manchester çoktan “solmaya” başlamıştı. Sanayi devriminin merkez üssünde, on beş yıl içinde yüz binden fazla iş kaybı gerçekleşmişti. Britanya pazarı, mesela Britanya otomotiv endüstrisi için iktisadi büyüklükte değildi hanidir. Ortada iki seçenek vardı, ya Britanyalı otomotivciler Japonlarla, Almanlarla —başta ABD olmak üzere— dış pazarlarda rekabet edecek cevvaliyeti gösterecek veya… Batacaktı. Batacak ve Britanya pazarı da Japonlar ve Almanlar tarafından istila edilecekti.
“Thatcher iyiydi, iyi şeyler yaptı, yaptığı şeyleri iyi yaptı” filan demiyorum. Ama sanki Britanya otomotiv endüstrisi ayakta tutulabilirmiş de Thatcher yüzünden batmış, Britanya pazarı Japonlara, Almanlara açılmış filan gibi konuşuluyor, ifrit oluyorum. Gümrük duvarlarını indirerek Thatcher, ölüm döşeğindeki Britanya sanayiinin fişini çekti. Ama Britanya sanayiinin ölmesinin mesulü Thatcher değil, sanayiin dünyanın yeni şartlarına uyum sağlama kabiliyetinin düşük olması.
Aynı açmaza Türkiye’de, beş yıl kadarlık bir gecikmeyle Özal, aynı cevabı verdi. Türkiye’de ücretler düştü ve otomotiv sektörü dönüşerek “hayatta kaldı”. Tekstil de patladı. Sonra dünyanın başka yerlerinde daha düşük ücretlere razı olanlar piyasaya girdi, Türkiye’de tekstil çöktü mesela. Şimdi “iş çok ama taliplisi yok” filan geyikleri dönüyor. Öyle olacak. Memleket bir tık yukarı çıkmış, Türkiye’de yığınlar Pakistan’daki şartlara razı olmayacak hale gelmiş. Fena mı? Zaten kastınız bu değil miydi? Bu değildiyse ne?
***
Britanya’da da avamın “Oxbridgeliler” dediği, öyle adlandırarak tiye aldığı, kerameti diplomalarından menkul, her şeyin kendilerine sorulmasını isteyen, kravatlı, küstah bir kesim vardı/var. Hem devlette hem özel sektörde yüksek ücretli, yüksek prestijli mevkileri tekellerine almışlar, her şeyin kendilerine sorumasını garanti etmişlerdi. Gazetelerde onlar yazıyor, televizyonlarda onlar konuşuyordu. Ama işte Britanya sanayii, Britanyalıların tepeden baktığı Almanlarla, Japonlarla rekabet edebilecek vasıflara sahip değildi.
Yani?
Yani malum kesim işini iyi yapamamıştı. Her şeye rağmen, yüzlerce yıllık sınıflı toplum pratiği, toplumun bütün bu badireleri parçalanmadan atlatmasını sağladı. Manchester neredeyse haritadan silindi —2000’lerden sonra, “dönüştürülüp” yeni dünyaya uygunlaştırılarak diriltmeye çalışılıyor. Futbol kulüpleri olmasa, kimsenin öyle bir şehrin varlığını hatırlaması için bir sebep kalmadı. Buna mukabil Londra, “küresel ekonomi”nin olmazsa olmaz merkezlerinden biri haline evrildi. Zaten kozmopolit ve mühim bir şehir iken, çok daha kozmopolit ve çok daha mühim, nevi şahsına münhasır bir merkez halini aldı. Bu süreçte de “sosyalistler”, buharlaşan sanayiin yasını tutmak yerine, yükselen dalgayı idrak edip, ona binmeyi “akıl” ettiler. Ne kadar binebildiler, işin hakkını ne kadar verdiler, bahsi diğer. Ama benzer süreçler, çok farklı iktisadi kompozisyonlara sahip olan Fransa ve Almanya’da da yaşandı. Almanya, sanayi sektöründe Avrupa’nın kalanına tur bindiriyor olduğu halde, yükselen sektörlere de usulca yer açtı ve bu sürece Almanya “solu” ebelik yaptı. Hep olduğu gibi Almanya ile Britanya’nın “arasında bir yerlerde” olan Fransa’da da sol, kendi “ulusalcı” ajandasını gerektiği istikamette, kabiliyeti oranında “yumuşattı”. Dolayısıyla da sosyal gerilimler aşırılaşmadan kıta Avrupası bugüne kadar gelebildi.
ABD’de de Harvard, Yale filan gibi “Ivy League” üniversiteleri mezunlarının belirgin bir “küstahlığı” vardı ise de, ülkede sınıflı toplum pratiği olmadığından, sürekli ve küçük ölçekli sosyal/siyasal çatışmalarla, gerilim sürekli olarak boşaltılıyordu. Bu yüzden Trump’ın sahne alabilmesi beni çok şaşırttı. İtibarlarını ve gelirlerini “devlet” üzerinden süreklileştiren ve düzenlileştiren bir kesimin yokluğu, ABD’nin tam ortadan ikiye bölünmüş olmasına yol açmış görünüyor. Bir yanda bir “sosyal sınıf” gibi davranan “küreselleşme sürecine uyum sağlayamamış olanlar”. Öte yanda ise küresel dünyanın başrol oyuncuları. ABD’de durum, ana hatlarıyla, sektörel bir bölünme gibi görünüyor. Bir yanda tarım ve sanayi, öte yanda sembol işleme…
***
Vurucu olan şu ki, gerek ABD’de, gerek kıta Avrupa’sında ve belki de en çok “üçüncü dünyada”, “öfkeliler” bir sınıf gibi davranıyor, sınıf siyaseti güdüyorlar. İşin hakçası, 90’larda mezkur kesimlerin taleplerine kulak verilmesi gerektiğini, sisteme entegre edilmezlerse başımızın fena halde belaya gireceğini söyleyip durduğum dönemlerde bile, böyle bir şeyin olabileceğini tahmin etmiyordum.
“Devlet” denen aygıtı toplumun denetiminden tamamen izole eden 12 Eylül düzeni sayesinde hüküm süren ve balans ayarı yaptıkları düzenin bin yıl süreceğini zanneden aymaz kesimler, o dönemde de küçük bir azınlık idiler, şimdi de öyleler. Hâlâ özü itibariyle kimlik siyaseti güdüyor, karşılarındakileri kimlik siyaseti gütmekle itham ediyorlar. Mesele şu ki, işbu kesimlerin çocukları kendileri gibi olmadılar. Memleketi dünyadan izole edip, ulusal sınırların içinde kendi imtiyazlarını sürdürmeyi hayal eden kesimlerin çocukları, dünyaya en yoğun bir biçimde entegre olan kesimler oldular. Neler olup bitiyor olduğunu idrak etmiş olduklarını iddia edemesek de, sezdikleri aşikâr. Her buldukları fırsatta deliklerinden başlarını çıkarıyor, “acaba” diyorlar. Sonra tepelerine vuruluyor ve kuytularına dönüyorlar.
Türkiye’nin bir geleceği varsa ancak onlar sayesinde var ve… Onların siyaseti yok. Zaten hiç var olmamış olan Türk solu, Britanya, Almanya, Fransa solunun utangaç revizyonunu yaşamadı, imtiyazlı oldukları eski güzel günlerin nostaljisinde ölmeye yattı. Erdoğan ise, çoktan ölmeye yatmış olan bu kesimi “bir fırsat bulurlarsa yine ananızı belleyecekler” diye pazarlayarak, sanki gerçek bir tehditmiş gibi göstererek, kendi arkasındakileri bir arada tutuyor. Onları —ve hepimizi— uygun adım uçuruma sürüklüyor.